Günay Karaca ve 81 Arkadaşı

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı'nın 1980/809 Esas sayılı İddianame'si ...




Kees van Dongen  (1877-1968)




http://iddianame-1980.blogspot.com
Sonraki Kayıt Ana Sayfa
İçindekileri görmek için,
kapak resimlerine tıklayın!..




İçindekileri görmek için,

kapak resimlerine tıklayın!..


İçeriğini görmek veya indirmek için tıklayın!..


BİLGİ VEREN


Cahit Çelik - Günay Karaca ve 81 Arkadaşı

Cahit Çelik - Hamsi balığı akıllıdır, oltaya gelmez!..

Engin Erkiner - Günay Karaca

Engin Erkiner - Günay Karaca kaç gün gözaltında kaldı?

İbrahim Yalçın - 1979 Operasyonu ve Mihrac Ural

İrfan Dayıoğlu - Arkadaşım Günay Karaca

Zeycan Karaca - Mihrac Ural'a; siz ne utanmaz ...





















Cahİt Çelİk - Günay Karaca ve 81 Arkadaşı


İstanbul'da bir öğretmen, adı Cahit Çelik. Yüksel Eriş'in cenazesine giden tek arkadaşı. Yüksel'in nasıl öldüğünü araştırırken 1979 yaz aylarında Günay Karaca ile tanıştı. Günay'ı ve Günay'ın iki arkadaşını evine götürdü. Yaz sıcağında kuru fasulye yediler, çay içtiler, söyleştiler gülüştüler. Altı ay kadar sonra, Günay Karaca işte bu öğretmeni polise teslim etti. Birlikte tutuklandılar. Öğretmen hapishaneyi Günay'a dar etti. Selimiye'den sonra bir daha konuşmadılar. Üç beş yıl sonra Günay öldü gitti. Günay'dan yirmi küsur yıl sonra öğretmen, Mihrac'ın Günay'ı öldürmek istediğini öğrendi. Bu yüzden konu ile ilgilendi. Aralık 1979'da yakalanmış Acilciler'in yargılandığı davanın İddianame'sini bir blog hazırlayarak "Günay Karaca ve 81 Arkadaşı" adıyla yayınladı. İlgilenen okuyucular http://iddianame-1980.blogspot.com adresine bakabilir.



Cahit Çelik - Günay Karaca ve 81 Arkadaşı



Engİn Erkİner - Günay Karaca


Günay Karaca ve 81 arkadaşı hakkındaki iddianameyi ve kararı ileten gazete küpürünü okudunuz. Bazı konuları önceden biliyor olmakla birlikte benim için yine de şaşırtıcı oldu.

Her şeyden önce, bu siteyi izleyenler için söylüyorum, iddianamede okuduğunuz her şeye inanacak kadar saf değilsinizdir sanırım. İddianame ve öncesinde polis ifadeleri insana en fazla bir fikir verir, gerçeği vermez. Mesela iddianamede adı geçen Hasan Şükrü Dal, Hasan Seven adlı arkadaşlar, Haydar Yılmaz’larla birlikte ve aynı operasyonda yakalanmışlar gibi gösteriliyor. İlgisi yok. Bu arkadaşlar 1977 yılından beri Devrimci Savaş örgütündendir ve bizimle herhangi bir ilgileri bulunmamaktadır. İddianamede sanki bizimleymiş gibi adları geçmektedir.

İddianamedir, olur…

Mihrac Ural da bizim polis ifadelerimizden hareketle, İbrahim ile bir gün önce öğrenci yurdunda tanıştığımı ve ertesi gün de birlikte banka soymaya girdiğimizi savunmuştu ya…

Bunu söylemek için, insanın, karartma yapmak için ne yapacağını iyice şaşırmış bilinçli ama kafası pek de çalışmayan bir ajan ya da sıfır numara salak olması gerekir.

İddianameyi de bu gözle okuyun…

Buna rağmen insanın ilgisini çeken noktalar var.

Günay Karaca örneği gibi…

Kendisi değişik kereler Konya Cezaevi’ne gelmiş; ben, Mihrac ve orada bulunan diğerleriyle de saatlerce konuşmuştu. Cezaevi ziyaret yerinde saatlerce konuşmakla insan birbirini tanıyamıyor. Kendisini 1979 yılı sonlarında geldiği, oradan Sağmalcılar’a geçtiğimiz cezaevlerinde daha yakından tanımak olanağı buldum.

Hemen dikkatimi çeken, hiçbir şekilde açık konuşmadığıydı. Oysa ki, örgütün önde gelen sorumlularından bir tanesiydi ve poliste ne olup bittiyse açıkça konuşulması gerekirdi.

Şu veya bu kişiyi suçlayabilirsiniz, ama önce açık konuşulması gerekir.

Eldeki bilgiler dahilinde açık konuşulmadan ileriye gidilemez.

Eldeki bilgiler dahilinde diye özel olarak belirtiyorum. Örneğin biz 1977 yılında yakalandığımızda, bunun uzun bir takip sonucu gerçekleştiğini biliyorduk. Polisin çektiği çok sayıda fotoğrafın bir bölümünü hepimiz görmüştük. Ne ki, bu takibin kökünün Antakya’ya kadar uzandığını 30 yıl sonra öğrenecektik.

Takip vardı, burası açıktı ama biz o günlerde başlangıç noktasının Rıza’nın cezaevinde ziyaretine giden Arzu Sayman olduğunu düşünmüştük, öyle değilmiş…

1978 yakalanmasında Mihrac Ural’ın Bursa’da iken fotoğraflarının çekildiğini ve poliste bunların kendisine gösterildiğini o zaman bilmiyorduk. Mihrac bunlardan hiç söz etmemişti.

İşin doğrusunu 30 yıl sonra öğrendik ve ortaya koyduklarımız karşısında da Mihrac itiraf etmek zorunda kaldı: Evet, Bursa’da izlenmiş ve fotoğrafları çekilmişti.

“Sen bunu bize zamanında neden söylemedin?” diye sorsak, cevap belli.

Mihrac’ın polisteki durumunda büyük bir yamukluk var, resmen polisle işbirliği var, polisle anlaşma var.

Bu nedenle de polis ifadesi kaybolmuş! Daha doğrusu ortaya çıkaramıyor…

Günay Karaca’nın durumu Mihrac’ın durumuna benzemiyor. İfadesi polis tarafından düzenlenmemiş…

62 sayfalık polis ifadesi vardı ve herkesin önünde açıkça konuşmak yerine Mihrac Ural’a mektup yazmayı tercih ediyordu.

Mihrac’tan gelen cevabı okumam için bana da vermişti:

Mihrac, kafana dert etme, diyordu.

Günay da, “senin gibi bir yoldaşım olduğu için uçuyorum” diye cevap yazacaktı.

Ve büyük soru geliyor:

GÜNAY KARACA NASIL BERAAT ETTİ?

Olacak şey değil…

Üzerinde eylem yok ama Genel Komite üyesi olduğu belli…

Bu durumdaki bir insan en iyi ama en iyi ihtimalle 15 yıl ceza alır.

Madde 146/1’den yargılanır. İstenilen ceza idamdan başlar ve en iyi ihtimalle 15 yıl ceza alır.

Yargılanılan yer, ülkenin en berbat sıkıyönetim mahkemelerinden bir tanesi…

Diyarbakır ve Adana’dan sonra Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi de ağır ceza veren bir mahkemedir.

Yıl 1981 ya da 12 Eylül’ün en karanlık yıllarından bir tanesi…

Günay Karaca nasıl olur da beraat eder?

Nasıl olduğunu öğrendim:

Günay Karaca davanın sonlarına doğru mahkemeye kendi pasaportunu belge olarak sunar ve pasaporttaki giriş ve çıkış damgalarından hareketle suçlandığı tarihlerde ülkede bulunmadığını “kanıtlar”. Ve bunun üzerine karar duruşmasından önce tahliye edilir…

Vay be! demek durumunda kalıyorsunuz.

Günay Karaca söz konusu yıllarda ülke dışına gitmemişti. Zaten 1978 sonbaharı ve 1979 ilkbaharında sık sık Konya Cezaevi’nde ziyaretimize gelmesinden bile bunu çıkarmak mümkündür.

Ek olarak, polis isteseydi, Günay Karaca’nın her zaman ülkede olduğunu da kanıtlayabilirdi.

Günay’ın okuldaki bir sınavına Adana’dan uçakla İstanbul’a gelerek katıldığını, bunu da herkese söylediğini –uçakla geldim- birlikte yakalananlardan bir bölümü cezaevinde bana da söylemişti.

Bir Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin hangi sınavlara katıldığını bulmak zor olmasa gerek…

Yani demek ki buradaydın…

Ama ne mahkeme araştırıyor, ne de polis araştırıyor…

12 Eylül’ün en karanlık günlerinde pasaporta gerçekte geçersiz giriş ve çıkış damgaları vurulmasını parayla yaptırmak da neredeyse mümkün değildir.

Söz konusu olan örgüt yöneticisi olmasa, paranın açamayacağı kapı yoktur, ama Günay bu durumda değildir.

Günay Karaca’nın dayısı emniyette üst düzey bir görevli… Bildiğim kadarıyla narkotik şubede… Poliste üst düzey görevlilerin hepsi birbirini tanır.

Günay Karaca tahliye olacağına inanıyordu ve bizimle kaçmayı da istemedi.

“Böyle bir durumda nasıl tahliye olacaksın?” diye sormak da abesti.

Tahliye olacağına inanıyordu, o kadar…

Günay Karaca hapishanedeyken tipik bir Mihraccı idi.

İlginç bir olay anlatayım:

Sağmalcılar’da iken ben koğuş sorumlusuydum. Siyasilerin bulunduğu koğuşlar arasında yapılan değişik toplantılara katılıyordum. Değişik nedenlerle mahkemelere gidilmiyordu ve bu durum hepimizi bağladığı için önceden aramızda konuşuluyordu.

Mesela 1979 Aralık ayında yakalanan arkadaşların da bir mahkemeye gitmediklerini hatırlıyorum.

Koğuşun işleri nöbetleşe yapılıyordu. Bir gün nöbet sırası bendeyken aniden toplantı haberi geldi. Koğuşun bilinen temizlik vb. gibi işlerini başka arkadaşa bırakıp toplantıya gittim.

Dönünce koğuşa konuşulanlar hakkında bilgi verdim. Birisi, “sen koğuş işleri yapma, toplantılara katıl” dedi. Günay hemen atladı: “Ben de koğuş işi yapmam!”

Neden, belli değil. Her fırsatta kendine ayrıcalık aramak… Tipik bir Mihrac…

Cahit itiraz etti ve Günay’ın isteği de kabul edilmedi.

Günay 1981 yılı sonlarına doğru tahliye oluyor.

1982 sonbaharında Müntecep Kesici öldürüldüğünde Suriye’de imiş…

Neden Suriye’ye gidiyor, ancak tahmin edilebilir.

Devrimcilikten vazgeçmemiş, bu nedenle Suriye’ye gidiyor, ek olarak Mihrac ile de konuşacakları olsa gerektir.

Suriye’de Mihrac ile Günay’ın arasının feci şekilde bozulduğunu biliyoruz.

Günay ülkeye dönerken, onu götüren Semir’e “sınırı geçince kafasına sık” emri veriliyor. (Bunu İbrahim çeşitli yazılarında belirtmişti.)

Semir böyle davranmıyor.

Mihrac neden Günay’ın öldürülmesini istemişti?

Suriye’de öldürülmesini istememesi anlaşılabilir. Müntecep daha yeni öldürülmüş, Günay da öldürülürse, başka hiçbir şey olmasa bile zaten uyarı cezası almış olduğu Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nden bu kez ihrac edilir.

O nedenle, “sınırı geçince kafasına sıkın” deniliyor.

Peki ama neden?

Ancak tahminde bulunabiliriz.

Bir neden, para meselesi olabilir.

Kayseri’deki on milyonluk soygundan kalan para var mıdır, varsa nerededir?

Günay istenilen cevapları vermemişse, öldürülmesine karar verilmiş olabilir.

Ya da başka nedenler vardır.

Nelerdir, bunları bilmiyoruz.

Günay’ın Mihrac’ı açık olarak eleştirmesi de bir neden olabilir.

Günay gözü açık ve zeki bir adamdı. Suriye’de Muhabarat ile yakın işbirliğini görmemiş olması mümkün değildir.

Bu da bir neden olabilir…

Her durumda Mihrac Ural’ın bir dönem yakın adamı olan Günay Karaca ile arasının fena halde açıldığı ortada…

Sonuçta şu kadarını söyleyeyim:

Günay bu örgüte emeği geçmiş bir insandır. Konya Cezaevi’ne geldiğinde hangi bölgeye gidip ne yaptığını nasıl heyecanla anlattığını biliyorum. Rol yapmıyordu, samimiydi.

Yerinin insanı değildi, burası açık…

Ağır hatalar yaptı, burası da açık…

Yine de erken uyanmış Mihraccılardan sayılır…

Azıcık kafası çalışan, azıcık kişiliği olan bir insan Mihraccı olarak kalmaz…

Gözü açılır ve oradan uzaklaşır…

Günay Karaca’nın Mihraccılıktan uzaklaşması, onun iyiye doğru gelişmesinin açık bir işareti sayılır.

Bu örgütte namussuzluk, daha açık bir deyimle puştluk yapmamış herkesi yoldaşım olarak görürüm.

Günay fazlasıyla havalıydı ama bu örgütü yapabildiği kadarıyla kendi çevresinde şekillendirmeye ve kalanını da likide etmeye çalışmamıştır.

İki buçuk yıldan beri süren ve yaklaşık 20 kişi tarafından yazılan yazılardan sonra, sadece sizler değil, ben de örgüt tarihimizi daha iyi öğrendim.

Benim yakalanmamdan sonra örgütte büyük bir çürüme var.

Kimin eli kimin cebinde, belli değil.

Örgütte otorite kalmamış, otoritecikler çıkmış…

O otoriteciklerin etki alanlarında da birlik yok. Daha alt otoritecikler var.

Örgüt zaten değişik kişiler arasında ayrışmış durumda.

1979 başındaki HDÖ-Acilciler ayrılığı, gerçekte var olan bir ayrışmaya teorik elbise giydirmiş.

HDO-Acilciler ayrılığı sürecini o dönem dışarda olan ve süreci bire bir yasayan Haydar Yılmaz’ın daha sağlıklı yazacağını düşündüğüm için fazla uzatmıyorum.

Günay’ı bu çerçevede düşünmek gerekir.

İyiye doğru gelişenlere destek olmak gerekir…

Yaşıyor olsaydı, kendisiyle konuşmak isterdim.



Engin Erkiner - Günay Karaca



Engİn Erkİner - Günay Karaca kaç gün gözaltında kaldı?


Mihrac Ural çırpınıyor da çırpınıyor…


Günay Karaca’nın İddianame’de belirtildiği gibi sadece iki gün gözaltında kaldığını ve hiç konuşmadığını bize yutturmaya çalışıyor.

Buradan kendisine fırsat çıktığını sanıyor.

Her zaman olduğu gibi yine baltayı taşa vuruyor.

http://iddianame-1980.blogspot.com adresine gidin.

Baştaki yetkisizlik kararının üçüncü sayfasını okuyun.

Alttan üçüncü ve ikinci paragraflar Günay Karaca ile ilgilidir.

Kendisi 12.12.1979’da yakalanıyor.

Bu tarih İddianame’den çıkarılıyor.

25.12.1979’da tutuklanıyor.

Arada iki hafta var.

Yetkisizlik kararında ayrıca Günay Karaca’nın ifadesi sonucu yakalananların isimleri sayılıyor.

Doğru mudur yanlış mıdır, bilemem. Aynı operasyonda yakalananlar bilir.

Söyle bakalım Mihrac Ural…

Madem ki bugüne kadar polis ifadelerini doğru kabul ettin ve insanlara buradan hareketle türlü çeşitli suçlamalar yönelttin…

Günay Karaca’nın ifadesine ne diyeceksin…

62 sayfadır…



Engin Erkiner - Günay Karaca kaç gün gözaltında kaldı?



İbrahİm Yalçın - 1979 Operasyonu ve Mİhrac Ural


Herşey apaçık ortada .


Mihrac Ural’ın cezaevleri seyir defterini takip edin Göreceksiniz…


Günay Karaca konusuna nasıl atladı gördünüz mü ?


Çok aptal ve cahil. Okuduklarını görmediğini sanmayın gördü ama işine geldiği için görmemezlıkten geldi. ‘’Günay Karaca’ın iki gün, Haydar Yılmaz’ın beş gün, İdris Köylü’nünde bir ay gözaltında kaldıgını’’ yazıyor( !)


Önce bunları yazmadık. Yem attık ve hemen atladı. İşin aslını bilenler var, bırak da onlar yazsınlar. Engin Erkiner iki gün sonra iddianamedeki diğer tarihleri de yazdı. Sesi çıktı mı? dersiniz. Çıkamaz ki…Sadece susar.


Aklı sıra Günay Karaca’yı bize karşı savunacak, Aklı sıra Günay Karaca’ya kurdugu tuzağı kapatacak ve aklı sıra bu operasyondaki sorumluluğunu örtecek ve İdris Köylü’yü hedef göstererek konunun seyrini değiştirecek.


Yapabilir mi? Hayır yapamaz.


Bir komisyon kurulmalıdır ve Acilciler örgütü üzerindeki ihanet perdesinin sorumluları ortaya çıkartılmalıdır.


Bütün yolların Mihrac Ural’a çıktığını göreceksiniz.


Mihrac Ural, 1979 yılının Temmuz sonlarında yada Ağustos başlarında, ‘’ burası çftlik, çiftlik’’ diye dışarıya mektuplar yazdıgı Selimiye askeri cezaevinden (bizim yanımızdan) Niğde cezaevi’ne sevk edildi. Sevk gerekcesi neydi? Mehmet Avan davasında yargılanacaktı. Yargılandı mı? Hayır yargılanmadı. O halde, neden Niğde’ye götürüldü?


Niğde cezaevine götürüldü ve oraya yakın olan Kayseri bölgesinden hemen herkesi ziyaretine gelmeleri için çağırdı.


Mihrac Ural’I ziyarete gelen herkes takip altındaydı. Tacettin Sarı (Savaş) dışındaki herkes takip ediliyordu.


Günay Karaca’yı defalarca ziyaretine çağıran Mihrac Ural’dır.


İddianame’de yazıyor. Kayseri’de hemen herkesi ziyaretine çağıran yine Mihrac Ural’dır.


Yanına gelen herkese sorumluluk(!) verdi. Sen sorumlusun, dedi. Bunların hepsi takip edildiler. 1979 yılı Temmuz- Agustos aylarında Niğde’ye sevk edilen Mihrac Ural, Niğde cezaevinden ( Niğde cevazevinin o zamanki savcısının da dediği gibi) bir gece Ankara’dan gelen bir emirle Adıyaman’a sevk edildi. Bu tarih önemlidir. Mihrac Ural’ın Nigde’den Adıyan’a sevki tam da bu operasyonların hemen ardından olması açısından önemlidir.


Hani Nigde’deki davası nedeniyle oraya gönderilmişti? Ne oldu da birden bire Adıyaman’a gönderildi.


Mihrac Ural’ın Adıyaman ve oradan’da ‘’yatakta düştü’’ hastalandı senaryosuyla Adana’ya sevki, normal prosedürün dışındadır ve bir MİT organızasyonudur.


Nigde’de yapacagını yapmış görevini(!) tamamlamıştı. Bölge militanlarının tamamı ele geçirilmişti. Mıhrac Ural’ın o bölgede yapılan operasyonla ilişkisinin gözden kaçırılması için, önce Adıyaman’a ve daha sonra’da asıl gönderilmesi gereken Adana’ya sevki bu çerçevede değerlendirilmelidir.


Günay Karaca ve, Kayseri bölgesindeki yoldaşların takip ve yakalanmalarında da tek bir sorumlu vardır.


Bu sorumlu hain’dir.


Hain’in adı Mihrac, soyadı Ural, kod adı Sırtlan’dır…


Daha bitmedi.


Haydar Yılmaz yazacak.


Günay Karaca ve arkadaşları iddianamasındaki bütün bilgiler yanlıştır. Bu davada yargılanan, özellikle Kayseri bölgesindeki arkadaşların da yazmaları gerek. Mihrac Ural herşeye ‘’maydanoz’’olmakla kendi konumunu gizleyebilecegini sanıyor, beyhude çırpınışı bu nedenledir. Çırpınıp duruyor. Buna fırsat verilmemelidir.


İddianamede yazılan bir başka önemli konu daha var. Günay’dan elde edilen bilgiler doğrultusun’da (benim kardeşin de dahil) ilk elden 7 kişinin yakalandığı yazıyor. Bunlar içersinde bir bayan var. Anarşist olarak bilinen ve adını kimsenin bilmediği ve her hafta Mihrac Ural’ın ziyaretine giden Anarşist kod adlı kişi, ilk yakalanan yedi kişi içersindeki bayan’ın eşi’dir.


Haydar Yılmaz bu evde kurulan pusuya düşerek yakalanıyor.


Haydar Yılmaz, yakalanmadan bir hafta once, yani 1979 operasyonu devam ederken Anarşit olarak bilinen ve her hafta Mihrac’ın ziyaretine giden kişi ile Mihrac Ural’a 500bin lira para gönderiyor (Cezaevleri fonu için).


Haydar Yılmaz, bu para’nın yerine ulaşıp ulaşmadıgını öğrenemeden eşi daha once yakalanmış olan anarşistin evinde kurulan pusuya düşerek yakalanıyor. Anarşist yakalanamıyor, yakalanamadıgı gibi, hakkında soruçturma bile açılmıyor. Anarşistin hanımı bayan ise gözaltından sonra serbest bırakılıyor.


Bütün bunlar bir araya getirildiği zaman ortaya çıkan korkunç tablo’nun karanlık bölgelerinde, kod adı sırtlan olan Mihrac Ural’ın silüeti beliriyor…


Mihrac Ural, Günay Karaca’yı savunuyor(!) Günay’ın Mihrac’ın savunusuna ihtiyacı oldugunu sanmıyorum. Öyle olsaydı,Günay Suriye’de Mihrac Ural ile çelişkiye düşmez ve arkasından da ‘’sınırı ğeçirir geçirmez kafasına sıkın’’ dedirtmezdi.


Biz bunları yazdıkca, O ne yapıyor? Her zaman oldugu gibi yine bir Abdullah Öcalan güzellemesi(!) yazıyor.


Utanmaz sahtekar. Şimdi de Ali Sönmez fotografı koymuş ve ‘’Ali Sönmez yoldaş’’ diyor.


Ölülerimizi ve konuşmayanları ‘’yoldaş’’ diye anıyor.


Yaşayan ve konuşmasından korktugu herkesi potansiyel ‘’düşman’’ görüyor.


Korkuyor…


Acilciler’in ve devrimci hareketimizin yüz karası Mihrac Ural it gibi korkuyor.


Korkusundan haksız da deği(!)l hani.. ‘’take düştü kel görülüyor’’ artık..


Unutmadan bir kez daha hatırlatayım.


Tacettin Sarı ( Savaş) nerde?


Bu operasyonlarda ‘’genel komite’’ üyesi gözüküyor.


Mihrac Ural’ın her gün yanına giden adam. Türkiye sorumlumuz(!)du..


Mihrac’ın cezaevi ziyaretlerine gidip de tek yakalanmayan adam…


Acilciler cok iyi hatırlarlar. Tacettin Sarı ortadan kayboldugu zaman hakkında cezalandırılması kararı alınmıştı (Bu kararın altında Mihrac Ural’ın da imzası vardı)


‘’Tacettin kaçtı cezalandıracagız’’(!) diyordu.


Yıllar sonra Tacettin yazdı. ‘’Kaçmadım, ben Mihrac Ural’ın talimatı ve bilgisi dahilinde Suriye’ye gittim’’ dedi.


Kim yalan söylüyor? Neden yalan söylüyorlar?


Mihrac Ural, Tacettin Sarı’yı Suriye’ye gönderırken, Tacettin’in orada muhaberat görevlisi olacagını biliyor muydu?


Tacettin Türkiye sorumlumuz ve genel komite üyemiz olduğu dönemde de Muhaberat subayı mı idi?


Tacettin Sarı (Savaş) nın yakalanamaması gerçekten tesadüf mü?


Bu kadar tesadüf bir araya nasıl geldi?


Bunlar bu kadar şanslı mıydı?


Tarihimizin karanlıkları arasında bı ikilinin ( Mihrac-Tacettin ikilisi) pis suratları sırıtmıyor mu?



İbrahim Yalçın - 1979 Operasyonu ve Mihrac Ural



İrfan Dayıoğlu - Arkadaşım Günay Karaca


İnternet üzeri süren tartışmalarda, son olarak Günay Karaca ve arkadaşlarının 1979’da büyük bir operasyonla yakalanmaları üzerine epey tartışma yapılmaktadır. 1974-78 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesinde okul arkadaşım ve yoldaşım olan Günay ile ilgili anılarımı ve değerlendirmelerimi, ilgili olan okuyucularla paylaşmayı tarihe bir not düşmek açısından önemli görmekteyim.

Günay 1974 yılında Ön Lisans Yüksek Okulu bilgisayar bölümüne başladı, bir yıl sonra hem bölümünün, hem de okulun birincisi olarak Mühendislik Fakültesine geçmeye hak kazandı. Hepimiz arasında en zeki insan olarak bilinirdi. Okula geldiği zaman benim gibi o da önceden bir THKP-C sempatizanı idi. Günay 12 Mart’tan sonra daha lisede iken Dev-Genç üyesi olması iddiasıyla göz altına alınır ve takiben Mamak cezaevinde 3 ay hapis yatar. Yani daha 16 yaşında siyasi faaliyetlerinden dolayı işkence görmüş bir insandır.

Okulda aynı yıl tanıştık. Bir yıl içinde okulda sayısı 15 kişiye ulaşan THKP-C sempatizanı bir grup olmuştuk. Bu grup kendi arasında Mahir Çayan’ın yazılarını okuyor ve eğitim çalışmaları yapıyordu. 1975 sonlarında okulumuza Belma’nın gelmesiyle grubun doğal önderi sayılan 4 arkadaşın insiyatifinde B. ile ilişki geliştirdik ve TDAS’ı, Kesintisizleri birlikte okuduk ve THKP-C HDÖ Acilciler olarak sonradan adlandırılacak olan yapıya katılma kararı aldık. B. İle ilişkilerimizi sonradan diğer arkadaşlara da aktararak hemen tüm arkadaşların Acilci olmasını sağladık. Ancak Örgüt yapısı hakkında hemen hemen (bu 4 arkadaş dışında) kimsenin bilgisi yoktu. Bilinen sadece THKP-C’nin yeniden toparlanması için bir grubun çaba gösterdiği idi ve bu gruba bizlerin de destek vermesi gerektiği konusunda tüm arkadaşlar hem fikirdi. Örgütü daha iyi tanımamız 26 Ocak 1976 Beylerderesi olayının olmasından sonra, İlker, Ziya ve Hasan Yoldaşların şehit düşmesinden sonra oldu. Bu olayın olmasından sonra Belma şehit olan yoldaşların örgüt öncü kadroları olduğunu anlatarak, zamansız gelen bu ölümlerin bizi beklenenden daha erken harekete geçmek zorunda bıraktığını belirterek yukarda saydığım 4 erkek arkadaş ile birlikte iki kız arkadaşın artık okuldan ayrılarak profesyonel devrimci yaşama geçmesini istedi. Biz bu dönemde İstanbul Yüksek Öğrenim Derneğinde çalışıyorduk ve bazı arkadaşlarımız yönetime kadar girmişlerdi. Ancak biz hala örgüt ismimizi gizleyerek THKP-C sempatizanı olarak çeşitli kurumlarda faaliyet yürütüyorduk.


1977 yılının başlarında okulu bırakan bir grup arkadaş olarak direk örgütsel çalışmalara katıldık. Bu grup diğer okullardaki arkadaşlarla ilişkiler geliştirdi. Bazı bölgelere yerleşerek mahalli ve sendikal faaliyetlere katıldı. İstanbul sorumlusu arkadaşları tanıdı. Bu arada İstanbul Sorumlusu olan Engin Yoldaşı da tanımıştık. Zaman zaman bir araya gelerek örgütsel sorunları değerlendiriyorduk. Ancak illegal bir örgüt olarak birbirini tanıyan insan sayısı mümkün olduğunca asgariye indirilmeye çalışılıyordu. Neyse söylemek istediğim sadece bir gerçeğin altını çizmektir. Bu sürece kadar Günay çalışmaları sadece okulla ve birkaç tanıdığı ile sınırlı sempatizan düzeyinde bir arkadaşımızdı. Bu yüzden örgütün 1977 Ağustosunda maruz kaldığı operasyonda göz altına alınmayanlardandı. 1977 Ağustos darbesi örgüt tarihimizde bir dönüm noktasıdır aslında. Bir süre önce Yüksel Yoldaş şehit düşmüş, Rıza yoldaş hapishanede, örgütün kurucularından dışarıda kalan tek kişi olarak Engin’de bu operasyonla yakalanınca, örgüt doğal olarak örgütsel deneyimi ve ideolojik politik birikimi daha düşük olan, eylem deneyimi sınırlı kadroların eline kaldı.

Daha eski yazılarımda değinmiştim İstanbul’da operasyondan sonra ilişkileri sürdürmeye çalışan Doktor, beni de bulunduğum bölgede ziyaret etti ve gelişmeler hakkında bilgilendirdi. Ben de yakalanmayan birkaç arkadaşla ilişkiye geçerek belirli bir toparlanma yapmaya çalıştım, ancak arandığım için ve illegal bir örgütlenmede darbelerden sonra yeniden ilişkiye geçmenin zorluklarından dolayı bu çalışmalar yavaş yürüyordu.

Ağustos darbesinden bir müddet sonra Mihraç birkaç kişiyle gelip İstanbul’da Günay ve A. Özden’in evine yerleşmiş ve buradan örgütsel ilişkileri sürdürmüşlerdir. Bir müddet sonra benimle de ilişkiye geçtiler. Ben o dönem İstanbul örgütü hakkında bildiğim kadar kendisini bilgilendirdim ve tek tek her arkadaşın örgütsel konumunu, eylem deneyimini ve ilişki düzeyini aktardım. Kendisi de dediklerime katıldığını, ancak elde yeterince deneyimli ilişki olmadığı için, sempatizan da olsa çeşitli arkadaşlarla ilişki geliştirdiğini söyledi. Zaten İstanbul’da yaptığı çalışmalar 3-4 ay ile sınırlı kaldı ve başta şubat 78’de A.Fuat, eşi ve benim eşim göz altına alındılar, ben kaçarak bu operasyondan kurtuldum. Mihraç ise gazetelerin yazdığına göre 13 Mart 1978’de yakalandı. Yani İstanbul örgütlenmemizin daha yarısından fazlasını öğrenemeden ele geçti. Benim ilişkilerim daha sonra Hami ve Mete ile sürdü. Ancak HDÖ ayrılığının hemen öncesinde Günay kaldığım eve gelerek kendisinin de bizler gibi Acilciler grubu ile hareket ettiğini ve örgüt tarafından İstanbul sorumlusu olarak atandığını söyledi. Cezaevlerini ziyaret ettiğini, örgütün büyük bir kesiminin THKP/C Acilciler safında kaldığını söyledi.

Bir keresinde de H. Yılmaz ile birlikte beni ziyaret ettiler. Sonrasında yine H. Yılmaz beni ziyaret etti. 1979 yılının ekim ayı sonlarına kadar ilişkilerimiz sürdü. Ben Günay’ın böylesi büyük bir sorumluluğa getirilmesini pek uygun görmediğimi kendisi de dahil birkaç arkadaşa söyledim. Ancak bir çok bölgeye gidip gelebilen, cezaevlerinde bulunan yoldaşları ziyaret eden sayılı kişilerden birisi idi.

Bu karara karşı olmama karşın ısrarcı olmadım. Nitekim bir müddet sonra H. Yılmaz İstanbul sorumlusu olmuştu. Günay ise daha çok Kayseri bölgesi ile ilgileniyordu. Ancak hala okuluna devam ediyordu. Ve sık sık İstanbula gelmek durumundaydı. Nitekim 1979 Aralık ayındaki büyük operasyonda da okulda sınavlarına girmekteydi.

Ben Kasım 1979 yılında Avrupa çıktım, çıkışımdan sadece Günay ve Haydar yoldaşların haberi vardı, nitekim daha sonra Almanya’da Hanna yoldaş ile de bu yoldaşlara bıraktığım adres ile ilişkiye geçtim ve birlikte çalışmaya başladık.

Şimdi gelelim operasyona, son günlerde yayınlanan iddianamelerdeki tarihler de, operasyonun kurgulanması da aldatıcıdır. İddianame okunduğunda hemen bir çok tarihin karıştırıldığı görülüyor. Yine öylesine bir imaj verilmeye çalışılmış ki, sanki herkes bir başkasını ele vermiş gibi bir kurgu yapılmış.


Oysa çok yakın zamanda yüz yüze görüştüğüm Günay’ın ablasının anlatımlarına göre, ilk operasyon Kayseri’de yapılmış tahminen 8 Aralık 79. operasyonun ikinci-üçüncü gününde Polis yanında Erol adlı bir arkadaşı getirerek Günayın Kayseri’deki baba evini basar, yine bir gün sonra Fikri ile gelirler ve Günayın bulunduğu yeri sorarlar. Bu durumdan hemen sonra Günay’ın ablası bir arkadaş aracılığıyla “Kayseri çöktü, tedbirini al” diye bir notu göndermek ister Günay’a. Ancak Günay’ın babası arkadaş zarar görmesin diye bu notu arkadaştan alır ve Günay’a haber salınmasını önler. Tahminen 13-15 Aralık tarihlerinde polis Günay’ın İstanbul Boğaziçi Üniversitesindeki odasını basar ve Günay’ı göz altına alır. Operasyon artık İstanbul’a sıçramıştır. Yine Günay’ın yakalanmasından tahminen iki hafta sonra H. Yılmaz yakalanır ve onun anlatımlarına göre Günay ile göz altında iken yüzleştirilir. Günay kimliğini polisten gizleyen H. Yılmaz’ı tanıdığını söyler. Burada dikkat çekmek istediğim bir şey, Günay 13/15 Aralıkta yakalanıyor ve en az üç hafta göz altında kalıyor. İddia edildiği gibi iki günde mahkemeye çıkarılmıyor. Yakalanan hemen her arkadaş en az iki hafta göz altında kalıyor ve işkence görüyorlar.

Gelelim başka bir sorunun cevabına, çözülme var mı? İtiraf var mı? Günay’ın ablası ile sohbetimizde Günay’ın cezaevinden çıktıktan sonra ablasına anlatımlarında kendisinin asla kimseyi bilerek ele vermediğini, ancak polisin elinde takipten dolayı birçok fotoğraf ve belgelerin olduğunu, kendisinin inkar edilemeyecek kadar açık olan resimlerdeki bazı arkadaşları teşhis ettiğini, bu tür ilişkileri olduğunu kabul ettiğini, örgüt yöneticiliğini ise kabul etmediğini söylemektedir. Bunlar bence en önemli açıklamalardır. Bir kere operasyon izlenme ile gerçekleşiyor. İlk operasyon Kayseri’de başlıyor. İlk yakalananların sorumlu kesimi dönem dönem Cezaevlerini ziyaret edenler ve özellikle de Niğde cezaevini ziyaret ediyorlar ve takip buradan başlıyor, zaten en kolay izlenmelerde ancak böyle yapılabilir. Çünkü dikkat ediniz, Niğde’yi ziyaret eden hemen herkes bir yerlere sorumlu diye atanmış, kapasite var mı, yok mu bakılmadan. Bakınız Ömer Ödemiş şunu söylüyor, operasyondan 15 gün önce Günay Genel Komite üyeliğinden alınmıştı diyor. Tabii Mihraç’tan aldığı bilgi ile bunu söylüyor.

Mihraca sesleniyorum, hani Günay senin en iyi yoldaşındı. O zaman arşivinde bulunan Günay’ın yazılarını yayınlasana, Günay’ın Suriye’den ayrılırken örgüt ile ilişkilerini dondurduğunu senin bile bize önceden anlattığını ne tez unuttun. Şimdi ölü konuşturuculuğunu kim yapıyor okuyucu karar versin. Ha geçerken belirteyim, iddianamede adı Savaş olarak geçen ve bugün Tacettin Sarı olarak bilinen şahıs hakkında neden hiçbir zaman bir aranma durumu olmamış ve bir soruşturma açılmamıştır acaba? Buna bir cevap verebilir misin? Ayrıca Günay da diğer arkadaşlar gibi, Tacettin Sarı’nın örgütten kaçtığını ve cezalandırma kararı alındığını ablasına anlatmış. Sende şimdi unutmuş bile olsan 1981 yılında Almanya’da bu şahsın örgütten biri olmadığını ve Suriye’de resmi polislik yaptığını sohbetlerinde dile getiriyordun. Oysa birçok kişi seni Suriye’ye bu kişinin götürdüğünü iddia ediyor.

Günay’ı Suriye’de görenler, onunla tartışanlar hala yaşıyorlar. Onun da Müntecep gibi sana muhalif olduğunu ve senin bu yüzden onu hiç sevmediğini bilenler yaşıyor. Hatta Günay bir sohbetinde ablasına, “beni sınırda geçiren arkadaş beni çok sevdiği için bana kıymadığını bana açıkladı” diyor. Yine Günay 7 ay süren hastanelerdeki ölüm yolculuğunda yaptığı değerlendirmelerinde, Suriye’ye gidip geldikten sonra anladım ki, bu örgüt varlığını 10 yıl dahi sürdüremez, diyor. Kendisinin örgüt ile ilişkilerini dondurduğunu, bir arayış içinde olduğunu ve bir süre süreci izlemekle yetineceğini belirtiyor. Yani Günay Suriye’den Türkiye’ye döndükten sonra artık Acilci değildir. O daha Suriye’de Müntecep ile birlikte davranmaktadır. Bu kesin biliniyor. Sen de bunu çok iyi biliyorsun. Bu açıdan kimse Günay’ın arkasına saklanarak karşısındakine saldırmaya yeltenmemelidir. Eğer önemli bir aksilik olmazsa THKP-C Acilciler dava dosyalarını bulacağız, ifadeleri bulacağız ve ondan sonra kim çözülmüş, kim, teslim olmuş gibi tartışmalara belgeleri ile son vereceğiz.

Günay yoldaş’ta benim gibi örgüt içindeki ender Kürt kökenlilerden biriydi. Ailesi uzun yıllar önce Kayseri’ye yerleşen Dersim kökenli Kürt Alevilerindendir. Babası Derviş Cemal ocağından gelen bir Alevi Pir’i idi. Günay babası tarafından Alevi kurallarına göre el verilerek Pir postuna oturtulmuştu. Yani babasından sonra ailede bu Pirlik görevini sürdürecek kişi olarak belirlenmişti. İyi saz çalardı.

O bütün bunları bir yana iterek sosyalizmi seçti. Hepimiz gibi zaaflı ve yetenekli yönleri vardı. Bu uğurda mücadele etti, bedel ödedi ve amansız bir hastalık yüzünden aramızdan gencecik bir fidanken ayrıldı.

Şimdi devrimciye düşen onu mezarında rahat bırakmaktır. Ama örgüt tarihini aydınlatmak için elbette bütün bir örgüt süreci araştırılmalı, kişiler, rolleri, konumları, faydaları ve zararlarıyla irdelenmelidir. Hiç kimsenin yanına topluma ve bireylere verdikleri zarar kar kalmamalıdır. Herkes tarihimizde hak ettiği biçimde yer almalıdır. Unutulmaması gereken en önemli şey, bugün geldiğimiz konum, içinde bulunduğumuz koşullar ne kadar farklı da olsa, polisteki duruşumuz, işkencelerde direnmemiz, hatta çözülmemiz, düşmanla işbirliği yapmadığımız sürece, tümümüz bir bedeli ödemiş, kendi şahsi çıkarlarını toplumsal çıkarlar uğruna, ezilenlerin, emekçilerin çıkarları uğruna feda etmiş insanlar olarak anılmayı ve örgütümüzün onurlu tarihi içinde yer almayı hak etmiş bireyleriz. Bu durum objektiftir, birilerinin niyetine ve istemine dayanılarak değiştirilemez.

Ben bunun için böylesi bir tartışmanın içine katıldım. Uzun ve zahmetli devrim yolculuğunda, çeşitli gerekçelerle tökezlemiş, olumsuz tutumlar içine girmiş olsalar da, insanlar hala iyi niyetle devrimci yaşamını sürdürüyorsa, hala insanlığın kurtuluşu için olanaklarını seferber edebiliyorsa, ihtiyacı olan insanlar aç yatarken kendisi tok yaşamayı kabul etmiyor ve ekmeğini ihtiyaç sahipleriyle paylaşıyorsa ben her eski yoldaşıma, devrimciye, demokrata sahip çıkarım. Çıkmaya da devam edeceğim. Şunun da bilinmesini isterim ki, insanların kolaycılığa kaçarak, karalamaya karşı, başka bir karalamayla karşı çıkmasını da kabul etmem. Bunun için diyorum ki, birbiri hakkında bu kadar büyük suçlamalar getirenler, buna ben de dahil, tüm tarafların kabul edeceği devrimci örgüt temsilcilerinden oluşan bir komisyon önünde hesaplaşmayı göze almalı ve bu komisyonun vereceği kararı peşinen kabul etmelidir. Bu tartışmamızın son bulmasının, iyi bir sonla noktalanmasının ve gelecek kuşaklara, diğer örgütlere örnek olmasının yegane yolu budur. Yoksa hepimiz her gün yeni bir senaryo üreterek, birbirimize kara çalar, birbirimizi ajan ve hain olarak damgalamaya devam ederiz. Aklıselim artık egemen olmalı ve birbirini tehdit etmeler, birbirleri hakkında fermanlar çıkarmalar son bulmalıdır.

Burada bir kez daha sormak isterim Mihrac’a; Yusuf’un öldürülmesini bugün bir kişinin kendi başına aldığı bir karara bağlıyorsun oysa Cephe Dergisinin Kasım 1993 tarihli 66.cı sayısında Bedrettin Mahir adıyla kaleme aldığın “Örgütsel Hukukta Devrimci Tutum ve Devrimci Sol Hadisesi” isimli yazında bak nasıl değerlendiriyorsun: “Tesadüf o ki, kendi örgütündeki her türden değeri çiğneyen, kendi yoldaşlarına karşı en adi davranışı reva gören bu şahıslar (Bedri Yağan Grubunu kastederek),örgütümüzde türeyen Yusuf adlı bir haini parayla satın alıp kışkırtmaları ardından hak ettiği sonuçla karşılaşmasının sorumluları kendileridir”(yani Bedricilerdir) diyorsun ve devam ediyorsun: “sonuçta cezasını çekmekten kurtulamayan provakatörün ardılı olan bir soysuzu Paris’te şu ana kadar koyunlarında örgütümüze karşı beslemeye devam ediyorlar. Yaptığı işler ile tasfiyeci çabaları polisiye tarzda sürdüren Aleattin Özden adlı karanlık bir kişiyi, hala ne amaçla besledikleri belli değildir. Aynı zamana denk düşen bu kesişme örgüt ahlakı taşımayanların yöntemlerinde tüm devrimci güçlere zarar verdiklerini görmekteyiz.”

İşte belgesi, Yusuf’u öldürttüğünün itirafı bu yazdıkların. Yine gerekçesini açıklama zahmetine katlanmadan bir zamanlar kendi yanından ayırmadıklarını nasıl da kolayca ajan ilan edebildiğinin de belgesi. Hatırlatayım, belki bir çok okuyucu bilmez Alaattin Özden Günayın ablası ile evli ve 19 yaşında bir oğlu var, 20 yıldır karı koca Kürt Özgürlük hareketine hizmet ediyorlar. Ama Mihrac için kim şimdi hangi örgüt ile çalışırsa çalışsın, bu örgütlerde hangi konumda olursa olsun, eğer kendisini eleştiriyor, işlediği örgütsel suçları deşifre ediyorsa ajandır, haindir hemen cezalandırılmalıdır. Becerebildiklerini cezalandırmış, beceremediklerine ise her türlü karayı çalmaktadır. Ama takke düşmüş, kel görünmüştür. Artık insan kandırma şansı kalmamıştır.

Tüm diktatör müsveddeleri gibi yapayalnızdır. Arınmaya ve aklanmaya muhtaçtır. Öz eleştiri verecek kadar bile yürekli değildir. Çünkü örgüt içi şiddet uygulamıştır. Örgüte ve halkına can pahasına hizmet eden yiğit devrimcileri öldürmüştür. İnkar etme şansı yoktur, kabullenmeli ve devrimci hareketten af dilemelidir. Siyasi yaşama devamın yolu buradan geçiyor. Neyse bu tür değerlendirmelerin devam edecektir. Benimkisi insanı kendisi ile yüzleştirme naçizane çabasıdır. Bu çabalarımıza bildikleriyle katkı sunabileceğini bildiğimiz arkadaşların katkılarını bekliyorum.


İrfan Dayıoğlu - Arkadaşım Günay Karaca



Cahİt Çelİk - Şİmdİ bİz ne yapmış olduk?..


Türk geleneğine göre, bir yiğit yanına kırk arkadaş alırsa, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı kazanırmış. Ayrı devlet kurma hakkı kazanan yiğit, içerde kardeş kanı akıtmazmış. Sınır boylarında bir yere gider ve kırk yoldaşıyla birlikte ant içip komşuya saldırırmış. Ele geçirdiği yerde yörede kendi adına devlet kurarmış. Sırtını geldiği toprağa dayarmış.

Yüksel'in ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı vardı, arkadaşları da her şeyi göze almışlardı, ama hücum edilecek komşu toprağı yoktu. Daha önemlisi, kendi ülkesi yabancı köleci boyunduruğu altına girmişti. Öyle ise, yabancı köleci boyunduruğunu kırmak için, önce ahalinin gözünü açmalıydı. Yalanı yanlışı açığa çıkarmalıydı, şaşkını düşkünü uyarmalıydı, dostu düşmanı ayırmalıydı, hainin hırsızın kuyruğuna basmalıydı. İşte o yüzden, müzik öğretmenliği görevini yaparken devrimciliğe dört elle sarıldı.

1975'in başında "becayiş" (anlaşarak karşılıklı yer değiştirme) yaptım. Yanında ovası dağı yaylası olan bir köye atandım. Aynı yılın mayıs veya haziran ayında birgün Yüksel çıktı geldi. Annem babam ve iki kardeşim yanımdaydı, onlar da çok sevindi. O gece vatanı milleti kurtardıktan sonra sabaha karşı uyuduk. Yüksel'le babamın sesine uyandım. Annem babam ve Yüksel evin önünde oturmuş çay içiyorlar, söyleşip gülüşüyorlar. Vardım yanlarına, baktım yerde iki kınalı keklik cansız yatıyor. Yüksel daha gelir gelmez köyde keklik sesi duymuş, babama "Bunlar bizi çağırıyor!.." demiş, babam kaş göz etmiş, hazırlık yapmışlar. Komşudan tek kırma tüfek ve iki fişek almışlar. Erkenden iki avcı bir tüfekle ava gitmişler. İlk atışı babam yapmış, bir keklik vurmuş. İkinci atışı Yüksel yapmış, bir keklik daha vurulmuş. Bu kadar yeter, demişler. İyi ki komşu fişekliği vermedi, yoksa dağda keklik kalmayacaktı, diye sevinmişler. Muhabbet bunun üzerineymiş.

Daha sonra, Yüksel bir daha geldi. Bu defa köyde yalnızdım. Dışardan bir öğretmen arkadaşım daha gelmişti. Köydeki öğretmen arkadaşım da geldi. Olduk dört öğretmen. Köyden bir oğlak aldık. Ekmek tuz soğan domates biber patlıcan aldık. Oğlağı kestirip yüzdürdük. Yaylaya doğru tırmandık. Yaylanın altında, Ağdere diye bir yer var. Ağdere'nin ağzında ufacık bir eşme var. Eşmenin başında ateşi yaktık. Közde kızartma külbastı yaptık. Arada bir eşmeden su içtik. Su içtikçe acıktık. Ufacık minicik bir şeycik daha kızarttık. Bir de baktık ki, oğlak bitmiş. Dört öğretmen bir oğlağı bir oturuşta yemiş.

Karnımız doyunca canımız sıkıldı. Yüksel çıkardı tabancayı. On adımdan üçer beşer atış yaptık. Yüksel'le ben beş atışta üç isabet yaparak herkesi geride bıraktık. Yüksel'le ben "birinci olduğumuz için" önde, diğerleri arkada yaylaya çıktık. Baktık yaylada bir çoban, çobanın yanında bir sürü, sürünün yanında bir çeşme, çeşmenin başında bir tas. Biz tasa bakınca, çoban su içeceğimizi anladı. "İçmeyin, bu su karın ağrısı yapar, ayran var, ayran için!.." dedi. Çobanı dinlemedik, su içtik. İçmez olaydık, karnımız ağrıdı. Çoban başladı gülmeye. "Gülme, çaresini söyle, yoksa!.." deyip, tabancayı gösterdik, şakacıktan. Çoban gülmeye devam etti, "Ağdere'deki eşmeden başka çaresi yok!.." dedi. Koşarak oynaşarak Ağdere'ye indik, eşmeden su içtik, yine acıktık, ot çöp ne kalmışsa hepsini yedik bitirdik.

Aklımız başımıza gelince, tabancayı çobana niçin gösterdiğini sordum. Yüksel, "Hayat bir savaştır. Savaşta herkes elindeki silahı kullanır. Elindeki silahı kullanmayan, aptal veya şaşkın değilse, korkaktır. Tetiği çekmekle namluyu göstermek arasında fark yoktur. İkisi de silahı kullanmaktır. Şimdi çoban bende silah olduğunu öğrendi, silaha karşı sopanın işe yaramadığını gördü. Bundan böyle çakalların kurtların karşısına nasıl çıkması gerektiğini biliyor, bu bana yeter." dedi. "Doğru vallaa!..", dedik. Bir saatte çıktığımız yerden, beş dakikada indik. Şimdi biz ne yapmış olduk?

Bir gelişinde sanat üzerine yoğunlaştık. Sınıf savaşının dışında sanat ürünü olamayacağı sonucuna vardık. Tartışmayı "İçeriksiz biçim olmaz,!.." diyerek bitirdik. Zeybek müziğinin içeriğini ve biçimini birlikte değerlendirdik. Vardığımız sonuç, ikimizi de şaşırttı. Zeybek müziğinde, yalvarmanın yakarmanın dinciliğin dilenciliğin zalimliğin zorbalığın izi tozu yoktur. Zeybek müziği, köleciliğe karşı direnişin beş bin yıllık görkemli sesidir. Savaşta yitirilmiş yiğitler için yakılmış ağıtlar, şimdilerde gurbet havası olmuş gidiyor. Teke zotlatması denilen eğlence müziği, yine yaşamı güzelleştiriyor. Köleciliğe karşı direnişin koltuk kabartan insancıl sesi, ortada bel kemiği gibi duruyor. Müzikler mi oyunlaşmış, oyunlar mı müzik olmuş, orası belli değil. Belli olan, zeybek müziği Anadolu toprağına kök salmıştır. Köleciye karşı, köleden yana tavır almıştır. İşte biz bu damarın devamıyız.

Sanat nedir? Bilenler bilgilerini tazelesin, bilmeyenler okusun öğrensin. Görüntü gözlem izlenim mantık yeterli olsaydı, soruya sorguya bilime gerek kalmazdı, daha ilginç olanı, sanat da olmazdı. Büyüleyici özelliği güzelliği olmayan, içine alıp başka bir yere götürmeyen, götürdüğü sanal gerçeklik içinde beslemeyen, insanın ayağını yerden kesmeyen, iyi doğru güzel gerçek olanı göstermeyen, yanılsama yaratmayan hiçbir şey sanat olamaz. Politik Sanat üzerine okumuş yazmışların, hayatta neler olabileceği üzerine azcık kafa yormuşların, bazen gözleriyle gördüğüne bile inanmaması gerekir. Sanat büyücülük değildir, büyüleyiciliktir. Sanat ile igili yazılmış söylenmiş ne varsa hepsinin özü özeti işte bu üç beş satırcık bilgidir.

Başka bir gelişinde ben evde yoktum. Açmış kapıyı girmiş içeri. Önce su ısıtmış, banyo yapmış. Çay demleyip içmiş. Bakmış bir ufacık saz yavrusu duvarın dibinde boynu bükük duruyor. Almış okşamış, çalmaya başlamış. Ben geldiğimde zeybek çalıyordu. "Hoş geldiniz beyler!.." dedim. Galiba aşka geldi, bir de yayla havası döşendi. Sarıldıktan koklaştıktan sonra, yine söz döndü dolaştı zeybek müziğine geldi. Zeybek müziğinin üç çalgısı varmış, üçünün de sesi çok çıkarmış. Boylarının kısalığı taşıma kolaylığı yaratırmış. Her şeyi toplumsal ayrışmanın çatışmanın ayrılmaz parçası olarak görmeyi öğrenmeliymişim. Öğrenmezsem, devrimci olamazmışım. Yani bela gelmiş çatmış, ye yiyebilirsen. Benim yavru sazı aldı gitti.

Yüksel her gelişinde, kimlerin nasıl bir gelişme süreci içinde olduğunu anlatıyordu. İlker Akman’nın iki arkadaşıyla birlikte öldürülmesi, Yüksel’i sertleştirdi. “Kızıldere ne ise, Beylerderesi de odur. Ankara’da İstanbul’da İzmir’de, fıstık gibi kızların kucağında, sözde devrimcilik yapanlar, olayı küçümseme yarışına girdi. Her biri bir pislik üretiyor!..” dedi.

Yüksel işte böyle biriydi. Her geldiğinde bana birkaç çivi çakar giderdi. Çaktığı çiviler de yenilir yutulur şeyler değildi. Yüksel gittikten sonra bir hafta, "Ben bununla bir daha konuşmam!.." derdim. İkinci hafta çivileri tartışmaya başlardım. Üçüncü hafta, Yüksel'in doğru olduğuna inanırdım. Dödüncü hafta, yeni çiviler için kendimi hazırlardım.

Yüksel'in istediği zaman gidebileceği en az kırk ev vardı. Ev sahibi evde olsun olmasın hiç farketmez, Yüksel kapıyı anahtarla açar içeri girer kendini kardeşliğin kollarına atardı. Kendi evinin rahatlığını gittiği yerde yaşardı. Ama güvenlik nedeniyle arkadaşlarını birbiriyle tanıştırmazdı. Bu satırların yazarı da, evinin anahtarını Yüksel'e vermişlerden biridir. Ama diğer anahtar vermişlerin hiçbirini tanımaz. Yüksel'den sonra da hiçbiriyle tanışmadı. Bundan sonrası belli olmaz.

Yüksel'in cenazesine giden tek arkadaşı benim. Yüksel'i son yıkanışında gördüm ve yarasını beresini dikkatle inceledim. Yüksel'in elinde bomba patlamış olamaz. İki elinde on parmağı tırnağına tüyüne kadar yerli yerindeydi. Göğsünde ve yüzünde bıçak izi gibi morartılar vardı. Sağ şakağında parmak izi gibi bir morartı daha vardı. Bu morartı kurşun izi olabilir mi diye baktım, çıkış belirtisi göremedim. İki bacağının dizden aşağı bölümünde ve ön yüzünde yanık izi vardı. Sağ ayağının ikinci parmağı yarıdan kopmuştu. Benim buradan çıkardığım sonuç, Yüksel bağdaş kurup yerde oturuyormuş ve bomba yapımına bakıyormuş. Yani bomba Yüksel'in elinde patlamamış.

Bomba patladığı zaman Yüksel'in yanında kim varmış? Otuz yıl sonra övünmek için, Yener Okunoğlu "Yanımda ölen arkadaşım Yüksel Eriş'in çok güzel bir sözü vardı." diye bir cümle yazı yazdı. Böylece ikinci bombacı belli oldu. İşte şimdi, Yener Orkunoğlu'nun ellerine bakacağız. Elleri varsa, ağzına bakacağız. Elleri yoksa, bombanın Yener Orkunoğlu'nun elinde patladığını anlayacağız. "Yüksel yapıyordu, Yener tutuyordu!.." sözüne açık olacağız.

Ben baktım, 1979'un yaz aylarında İstanbul Aksaray'da TÖB-DER Şubesi'ne iki eli de protez olan biri gelmişti, kim olduğunu sordum. "Avukat Cemil'in kardeşi!.." olduğunu öğrendim. Öyle ise, Yener'in övünmek için ötmesini beklemeyeceğiz. "Arkadaşlığı yoldaşlığı insanlığı olsaydı, Yüksel'in ailesini belirsizlik içinde bırakmazdı!.." diyeceğiz.

Yüksel Eriş şimdi İstanbul'da Feriköy Mezarlığı'ında yan gelmiş yatıyor. Yüksel'in üç arkadaşı (Engin Erkiner, Mihrac Ural, Rıza Salman), Yüksel'i sevgiyle saygıyla özlemle anıyor. İşte bu üç kişinin öncülüğünde, internet ortamında sevimli bir hayalet dolaşıyor. Yüksel Eriş denilen bu sevimli hayalet, bir gülüş gülümseyiş uyanış uyarış davranış olarak ete kemiğe bürünmek istiyor. Bu görev benim boynumun borcu olarak ortaya çıkıyor. Doğaldır ki, ben yalanla yanlışla uğraşırken, Yüksel Eriş bilinç ışığı olarak süzülüp gelecek ve herkese bir merhaba diyecektir.

Meraklısı için, uyarıcı bir not düşeyim. Yüksel Eriş beni ve "en yakın arkadaşını" bir gece aynı evde birimizi diğerine göstermeden misafir etti. Uyku saati geldiğinde, başka seçenek olmadığı için, daha önce hiç görmediğim ve adını bile bilmediğim diğer misafirle birlikte aynı odada uyudum. Evden ayrılırken, Yüksel'e "Arkadaşın dili yok galiba!.." dedim. Yüksel "Ondaki dil senden fazladır!.." dedi. "Ben konuşmayan adamı sevmem, onu da sevmedim, gözüm yok, almam!.." dedim. "İyi yaparsın, görüntüsünü bile alma! Ama unutma, o benim en yakın arkadaşım!.." dedi. İşte o zaman, asık suratlı adamı niçin benden sakladığını anladım.

Daha sonra, Yüksel öldü. Yüksel'den iki hafta sonra ben akciğer kanaması geçirdim. Öldüm öldüm dirildim. Hastane'den çıktıktan sonra her şeye kaldığı yerden devam ettim. Aralık 1979'da İstanbul'da toplanan armutlardan biri de bendim. Selimiye'de bizi karşılayanlar arasında, Yüksel'in "O benim en yakın arkadaşım!.." dediği kişiyi gördüm. Üzülsem mi, sevinsem mi, bilemedim. Ama adının "Engin Erkiner" olduğunu orada öğrendim. Engin Erkiner'le beş ay aynı hapisanede kaldık. Havadan sudan arpadan buğdaydan her şeyden konuştuk. Ama o geceyi konuşmadık.

Yüksel'le Şubat 1971'de tanıştım. O zaman ben Perşembe İlköğretmen Okulu'nda son sınıfta öğrenciydim. Yüksel de Ankara'da Gazi Eğitim'in Müzik Bölümü'nde öğrenciydi. Hemen arkadaş olduk. Arkadaşlığımız Feriköy Mezarlığı'na kadar devam etti. Yüksel Gazi Eğitim'i bitirip Aydın Ortaklar İlköğretmen Okulu'na Müzik Öğretmeni olarak atandığında, ben Dinar'da TÖB-DER Şube Sekreteri'ydim. Afyon Isparta Muğla ve Aydın'da ilerici devrimci öğretmenlerin bazılarıyla arkadaşlık ilişkim vardı. Hemen ayağı toprağa bassın diye, Yüksel'i Aydın Söke'deki arkadaşımla tanıştırdım.

Arkadaşım Yüksel'i hiç beğenmedi, "Çok bilgiç!.." dedi. Yüksel de benim arkadaşı beğenmedi, "Kitap kurdu olmuş!.." dedi. Sonra ben bu ikisini bir daha buluşturdum. Birlikte yedik içtik dertleştik. Yüksel türkü söyledi, arkadaşım şiir okudu. Sonunda benim "kitap kurdu" ile "bilgiç çocuk" arkadaş oldu. Arkadaşım, o yörenin en saygın devrimci öğretmenlerinden biriydi. Yüksel'e kol kanat gerdi. Yüksel'i gerekli gördüğü herkesle tanıştırdı. Ben de Yüksel'le her ay düzenli olarak buluştum. Bildiklerimizi sevdiklerimizi paramızı pulumuzu her şeyimizi paylaştık.

Bazen çok derinlere dalar giderdik. Yüksel bir defasında, 1976'nın Ekim veya Kasım ayında, "Çok sıkışırsak, bütün gücümüzü toplar Hatay'a çekiliriz, bağımsızlık ilan ederiz!.." dedi. Ben de bu söz üzerine, "Madem böyle bir gücün var, hiç bekleme, hemen çekil ve bağımsızlık ilan et!.." dedim. "Gücümüzü toplamak, Hatay'a çekilmek, bağımsızlık ilan etmek kolay, ama sonrası zor!.." dedi. "Ne zorluk olacak ki, Sovyetler Birliği hemen tanır!.." dedim. Şaka bitti, Yüksel çok ciddileşti. "Sovyetler Birliği kesinlikle bizi tanımaz!.." dedi. Bu defa ben merak ettim, niçin tanımazmış! Yüksel açıkladı, "Ajan hareketi olmadığımıza inanırsa tanır, ama ajan haraketi olup olmadığımız belli olana kadar tanımaz!.." dedi. "Yani!.." dedim, işte o zaman Yüksel teorisini patlattı. "Her şeyin başaşağı durduğu yerde, ayak üzerinde durmak anormalliktir. Hatay'da çok güçlüyüz, ama bu güce güvenerek yanlış yapamayız!.." dedi. Biz de yanlış yapmadık.

Mihrac, Yüksel benden şunu bunu istedi veya önerdi diyerek bazı şeyler söylüyor ya, işte o söylenenler doğru olabilir. Ama öneri Yüksel'den değil, Mihrac'dan gelmiştir. Ve bu öneriden Yüksel, Mihrac'ın ajan olabileceğini çıkartmıştır. Anlatım doğru ise, o meşhur öneriyi kim kime yapmıştır?

Ben daha soruyu sormadan, Mihrac Ural her şeyi açıklamış.

"Yüksel Eriş hocayı Antakya'daki örgütsel çalışmalar ve örgüt birimi toplantılarında misafir ettiğimiz zaman, uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Örgütün bir mahalle biriminde (Orhanlı mah. Hac Halil Çıkmazındaki evde) yaptığımız toplantıda; Yüksel Hocanın dikkatini, üzerine notlar yazılmış TDAS broşürü çekmişti. İncelemeye başladı, broşür üzerindeki kısa cümleler, soru işaretleri, yıldızlar, altı çizili yerleri tek tek ve dikkatlice incelemesi, benim de ilgimi çekti.


Yüksel Hoca, bir kaç dakika devam eden bu durumun ardından, dönüp bana sordu; 'Bu yazılar sana mı ait, eleştirdiğin, sorun gördüğün yerler mi var?' dedi.


Mahcup olmuştum. O koşullarda bir illegal yayın üzerinde sorgulayıcı cümleler yazmak, kutsal kitabı karalamak gibiydi.


Buna rağmen cevap olarak; 'inceliyorum, konusunu iyi kavramak için kendi bilgilerimle uyumsuz olanlara not düşüyorum, ancak siz bununla neden bu kadar ilgili oldunuz, TDAS'ı siz mi yazdınız?' diye sordum. Yüksel Hocanın refleksi, TDAS'ı yazan birinin refleksiydi. Bende öylesi bir kanaat oluşturmuştu. Sorumun nedeni de buydu.


O da 'Hayır. TDAS, birçok yoldaşın farklı hazırlıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür' dedi. Tabi ki o zaman, kimdir nedir soruları sorulamazdı, buna gerek yoktu." demiş.
http://acilciler-thkpc.blogspot.com/2010/01/154dosya-tdasi-kim-yazdi.html

Mihrac'ın Yüksel'e sorduğu soru, “TDAS’ı siz mi yazdınız?” sorusu, Yüksel'in Mihrac'dan niçin kuşkulandığına kesin kanıttır. TDAS'ın sayfalarına yazmış çizmiş işaretler koymuş, ama bunları sormamış, bu yazıyı "kim yazdı?" diye sormuş. Helal olsun be, teferruatla uğraşmamış, doğrudan doğruya en önemli soruyu sormuş. İşte ben buna yaratıcı zekâ derim, illegal yayının içeriğinden çok yazarını merak etmiş. Yüksel ne söylerse söylesin, istediği kadar inkâr etsin, Mihrac'ın gözünden kaçmamış. TDAS'ı Yüksel'in yazdığını hemen anlamış. Bundan sonrasını ben bile anlarım.

TDAS'ı Yüksel yazdığına göre, varılacak liman belli olmuştur. Uygun bir dille, "Acilciler'in desteğini alırsak, biz burayı kurtarılmış bölge yaparız!" demiştir. Kurtarılmış Bölge teklifinden, Mihrac'ın ne mal olduğunu Yüksel hemen anlamıştır ve "Şu işin özünü özetini açıkça anlat!" demiştir. O da başlamıştır anlatmaya, "Dayarız sırtımızı Suriye'ye, duman attırırız oligarşiye!" demiştir. Yapılan anlatımlar Yüksel'in çok hoşuna gitmiştir, ne de olsa, ufacık bir destek vermekle kısa yoldan devrim yapma teklifi almıştır! Benim bildiğim Yüksel, böyle bir öneriyi yapan kim olursa olsun, onu gözden kaçırmazdı, manyaktır aptaldır veya ajandır diye, kafasının bir yerine yazardı. Aynen öyle olmuş olmalı ki, "Her şeyin başaşağı durduğu yerde ayak üstü durmak anormalliktir!.." dedi. Öyle ise, 'Her şeyin başaşağı durduğu yer" neresiymiş, Hatay'mış. Ayak üstü durduğu için "anormal" sayılan kim, Yüksel Eriş'in kendisiymiş.

TDAS yazısını kimin yazdığı, Mihrac Ural'ı ilgilendirdiğinin binde biri kadar bile beni ilgilendirmedi. Yine de merak edenler için yazayım, Yüksel Eriş ingilizce bilmezdi. İngilizce bilmeyen biri, TDAS-1'i yazmış olabilir mi? Ayrıca, bir kıyak daha yapayım, Yüksel Eriş devrimcilerin Türk Kürt ayırımı yapmadan bir örgütte birleşmesi gerektiğini ve ayrı örgütlenme önerenlerin yanlış yaptığını söylerdi. Apo'yu ve Apocu'ları sevmezdi.

Gazi Eğitim'de her türlü güvenlikten sorumlu iki kişiden biriydi. "Ahmet Abi"nin sağ koluydu. Herkesten çok ikisi nöbet tutardı. Nöbet tutan sadece gözcülük yapmazdı. Elinde belinde silahla dolaşırdı. Gece gündüz her an çatışmaya hazırdı. İnsan kullandığı silahın bakımını yapmaz mı, herhalde yapardı. Demek oluyor ki, Yüksel tabancadan tüfekten birazcık anlardı.

Tokat İlköğretmen Okulu’ndan “mecburi tasdikname” ile atıldıktan sonra, Şubat 1970‘de Perşembe İlköğretmen Okulu’na girmeyi başardım. 23 Nisan Programı gereğince okul ölçeğinde yapılan Resim Yarışması’nda birinci oldum. Ödül Töreni yapılırken, yeni bir değerlendirme yapıldığı ve benim ikinci olduğum açıklandı. Yapılan haksızlığa, benden başka herkes itiraz etti. Tören bitiminde, ikincilikten birinciliğe terfi eden çocuk yanıma geldi. “Aslında birinci olmak senin hakkındı. Ama ben son sınıfta olduğum için beni birinci yaptılar. Gelecek yıl sen birinci olacaksın!..” dedi.

Daha sonra o çocuk benimle çok ilgilendi. Hatta beni kendi köyüne davet etti. Gittiğimde, benim için hazine değerinde bir kitaplık gördüm. Marks Engels Lenin Stalin ve Mao kitapları dikkatimi çekti. Açtım baktım, hepsinin ilk sayfası özlü sözler yazılarak imzalanmıştı. Bir kitabın ilk sayfasına, “Düşmanın fikirlerini öğrenmezsen, çiğ tavuk gibi yere serilirsin!..” diye yazmıştı. Açıklamasını istedim. Fehmi Yılmaz başladı anlatmaya. Benimle tanışmadan önce “ülkücü”ymüş, ama şimdi gerçeği görüyormuş!..

Fehmi Yılmaz o yıl Haziran’a okulu bitirdi. Öğretmenliğinin ilk aylarında, Gazi Eğitim’in Resim Bölümü sınavını kazandı ve kara kara düşünmeye başladı. Perşembe’de ülkücü olmak kolaydı, “eski ülkücü” olduğu için Gazi Eğitim’e girmesi olanaksızdı. Gazi’de arkadaşlarım olduğu için, Fehmi’ye bir kıyak yaptım. Tokat İlköğretmen Okulu’dan arkadaşım Öner Yağcı’ya bir mektup yazdım. Fehmi’nin “eski ülkücü” olduğunu anlattım, kendisiyle her bakımdan ilgilenmesini istedim. Mektup işe yaramış.

Okullar açıldı. Etrafımda bir grup oluştu. Fatsa’dan Ertan Saruhan geldi, tanıştık. Ertan’la arkadaşlığımız hızlı gelişti. Her hafta düzenli olarak buluştuk, Georges Politzer’in Felsefe’nin Temel İlkeleri kitabını birlikte okuyup tartıştık. Ertan’la tartıştıkça, aynı görüşlere ulaştık, aynı derin duygusal coşkuyu yaşadık, yepyeni bir kavrayışa ulaştık ve ufak ufak örgütlenmeye başladık. Terzi Fikri’yi bile dışarda bıraktık.

1971‘in ilk aylarında, Ankara’dan Fehmi geldi. Yanında bir arkadaşı vardı. Arkadaşına benden çok söz etmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse, arkadaşı Fehmi’den daha yakışıklı ve sevimliydi. Gazi Eğitim’de Müzik Bölümü öğrencisiymiş. Devrimciymiş. Hemen arkadaş olduk. Ayrılırken adını sordum, “Tekirdağ Hoşköy’den Yüksel Eriş!..” dedi.

1971 ilkbahar aylarında, Okul Disiplin Kurulu Başkanı, “Türkiye’de Kürt yoktur, bir tek Kürt bile gösteremezsin, haydi göster de göreyim!..” diye bana bağırdı. Bunun üzerine, “Bana bağırma!..” dedim ve gerçeği gösterdim. Yargılandığım konuda suçsuz olduğum görüldü, ama savunma yaparken Disiplin Kurulu’na "hakaret" ettiğim için, “bir hafta okuldan uzaklaştırma” cezası aldım. Aldığım ceza uygulandı, dosya kapandı.

Tek dersten Eylül’e kaldım. 8 Eylül’de sınava girecektim, 1 Eylül’de öğrencilikle ilişiğimi kestiler. Bakanlık Displin Kurulu, bana verilen bir haftalık cezayı az bulmuş ve öğrencilikle ilişiğimin kesilmesine karar vermiş. Ertan'a gittim. Üç avukat buldum. 2 Eylül’de dosya hazırlandı. 3 Eylül’de Ankara’da Danıştay’da dava açıldı. Üç ay sonra, Danıştay “yürütmeyi durdurma kararı” verdi. 21 Aralık’ta sınava girdim ve okulu bitirdim. Öğrencilikle ilişkim kendiliğinden kesildi.

Öğretmen olmayı başardığım için, Ertan Saruhan bana bir kol saati aldı, “Dakika yitirmeyeceksin!..” dedi. Terzi Fikri bana bir takım elbise dikti, “Daha iyi olmak yetmez, en iyisi olacaksın!..” dedi. Şener Şadi benden avukatlık ücreti almadı, “Bu bir dayanışmadır!..” dedi. Saatimi 1979’da poliste yitirdim. Öldüğünü öğrendiğim güne kadar, Terzi Fikri’nin diktiği elbiseyi giydim. Şener Şadi’yi bir daha görmedim.

Aradan yıllar geçti. 1975’in yaz aylarında Ankara’da TÖB-DER Genel Kurul çalışmaları başladı. TÖB-DER Genel Merkez Yönetimi’ni CHP’nin dümen suyundan çıkaracağımız belli olunca, o güne kadar susmuş pusmuş olan pehlivanlar çıktı ortaya. Öner Yağcı elinin tersiyle beni göğsümden iter gibi yaptı, “Kenara çekil Cahit Çelik, biz geldik!..” dedi. Delegeler bölük bölük ayrılmaya başlayınca, bende şafak attı. Gittim, Öner Yağcı’ya takıldım.

Öner Yağcı akıllı çocuk, “Fehmi Yılmaz’la konuş!..” dedi. Fehmi’yi buldum. Öner’le Yüksel’le yolları ayrılmış. Yüksel, Fehmi’yi kaldığı evden dışarı atmış. Fehmi Yılmaz, Apo ile aynı evde kalıyormuş. Apo’yu tanırsam gözlerim açılırmış. Fehmi’nin isteği üzerine kaldıkları eve gittim, Apo ile tanıştım. Aponun düşüncesi dağınıktı. Türkçesi bozuktu. Söylenen hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Karşı çıktığı görüşleri, tartışma ilerledikçe, kendi görüşleriymiş gibi savunuyordu. Tarih bilgisi, Osmanlı’dan öte gitmiyordu. İşi bilen biri, Apo'yu parmağında oynatırdı. O gecenin sabahında söylenecek söz kalmadı. Akşamdan kalma domatesli bulgur pilavına birlikte kaşık salladık.

Kürt devrimciler Türk devrimcilerden ayrıldı. Fakir Baykurt'un saygınlığı bile işe yaramadı. Kâmil Karadeniz öncülüğünde gelişen “Birleşen Öğretmen” hareketi budandı. Cemil Çakır ve arkadaşları yönetime geldi. Öner Yağcı’nın yıldızı parladı. Dinar bana dar geldi. Dilekçe verdim, İstanbul'a atandım.

1976 yaz aylarında, İstanbul’da Fehmi Yılmaz’a rastladım. Gazi Eğitim’i bitirmiş. Akşehir Öğretmen Okulu’na atanmış. Bir kız öğrencisi Fehmi’yi ayartmış. Fehmi de kızı almış kaçırmış. Karısıyla birlikte eski arkadaşları geziyormuş. Apo’yu sordum, orası karıştırılmazmış. Ben de karıştırmadım. Fehmi Yılmaz'la bir daha konuşmadım.

Yüksel'in Rıza Salman ile ilgisi ilintisi yakınlığı ile ilgili olarak hiçbir şey bilmiyorum. Ama bu konuda şunu söyleyebilirim, Kurtuluş Cephesi dergisinin internet sayfalarında epeyce gezinti yaptım. Öğrendiklerimi bildiklerimle birlikte değerlendirdim. Vardığım sonuç, Kurtuluş Cephesi'nde okuduğum yazılar benim için küp dolusu pekmez değerindedir. Ermeni Soykımı yaptığımızı da yazmışlar, işte bu yazdıkları o pekmez küpüne düşmüş fare gibidir. Yüksel de benim gibiydi, içine fare düşmüş küpten pekmez yemezdi.

Günay Karaca son nefesine kadar Mihrac Ural'ın uzantısıydı. 1979'un yaz aylarında birgün iki arkadaşıyla birlikte evime geldi. Altı ay sonra bir daha geldi. Ama bu defa yanında bir polis ordusu vardı. Beni de kitaplarımla birlikte alıp götürdüler. İki hafta sonra Günay'la birlikte tutuklandım. Selimiye'de nasıl “armut gibi” toplandığımızı öğrendim. Ayrıntıya girmenin gereği yok, hapisaneyi Günay'a dar ettim. Günay Karaca beni yakalattığı için pişman oldu. Zaten öldü gitti, Günay'la hesabım bitti.

Sağmalcılar'da Büyük Firar gündeme gelince, Günay'ın ve Haydar'ın kuyruğuna bastım. İkisini de dışarı bırakmadım.

Altı ay tutuklu kaldıktan sonra, 12 Eylül'den üç ay önce, serbest bırakıldım. Öğretmenlik görevime kaldığı yerden devam ettim. Üyesi olduğum öğretmen örgütünü bana hukuk yardımı bile yapmadığı için ayıpladım. O günden sonra, yalancı pehlivanlara inanmadım. Ne yapmak gerekirse, tek başıma yaptım.

14 yıllık öğretmenken, 28 sayfalık bir kitapçık* yazdım. 1989 ilkbahar eylemlerinde öğretmen mücadelesinin bayrağını tek başıma dalgalandırdım. Emekliye ayrılmadan önce, öğretmenler ve öğrenciler için, resim yapma tekniğini öğreten bir kitap yazdım. Resim dersinin programdan çıkarıldığını öğrenir öğrenmez, on yıllık emekli olduğum halde, yeniden kolları sıvadım. Bir dizi “Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı” hazırladım.

Yargısız infazların moda olduğu 1993 ilkbahar aylarında, bir gece sabaha karşı uyandım. Dışarıda biri, "Duvardan atlayalım, işi bitirelim!.." dedi. Diğeri, "Olmaz, bu adreste üç ev var, üçü birden olmaz!." diye itiraz etti. Hırsızlar konuşuyor sandım. Kapıyı açtım, dışarı çıktım. Daha ilk adımda, bizim evin kuşatıldığını anladım. "Dur!.." dediler, durdum. "Eller yukarı!.." dediler, kaldırdım. Biri adımı ve ne iş yaptığımı sordu, söyledim. Nereli olduğumu sordu, "Amasyalıyım!.." dedim. Öbür evden kardeşim çıktı, onu da "Dur, eller yukarı!.." deyip, adını işini ve nereli olduğunu sordular. Üçüncü evden annem çıktı, anneme de "Eller yukarı!.." dediler ve adını işini memleketini sordular. O da kimlik bildirimi yaptı. Bunun üzerine, "Ellerinizi indirebilirsiniz!.." dediler, indirdik.

Bizimle konuşan iki kişi, elli metre kadar ilerde duran otomobile gitti. Telsizle konuştular. "Verilen adrese geldik, ama burada bahçe içinde bir değil, üç ev var, üçü de Amasyalı!.." dediler. Çeyrek saat sonra, bir daha telsizle konuştular ve bize hiçbir şey söylemeden çekip gittiler. Merak ettim saydım, benim gördüklerim otomobil minibüs zırhlı dahil en az kırk elli araç vardı.

Ertesi gün, Hasköy'de bir aile boyu infaz yapıldı. Hasköy'den hemen sonra, Fatih'de bir eve baskın düzenlendi.

Daha sonra, beni arayan soran rahatsız eden olmadı. Yani bu istihbarat yerli olamazdı, dışarıdan yönlendirme olmalıydı. İşte o yüzden, bu olay yıllarca kafamı kurcaladı. Özel Tim niçin infaz yapmadan çekip gitmişti? İstihbarat yanlışsa, yanlış istihbarat yapan kim olabilirdi?

İstihbarat bir ev demiş, üç ev çıkmış. Polis telsizde bar bar bağırıyor, "Üç ev var, üçü de Amasyalı!.." diye. Öyle ise, infaz edilecekler başka yerdenmiş! Sordum soruşturdum öğrendim, "Üçü de Amasyalı!.." sözünün anlamını. Özel Tim komutanı İbrahim Şahin'i Türkiye'de bilmeyen yoktur. İşte bu İbrahim Şahin, Özel Tim elemanlarını Amasyalı veya Tokatlı polisler arasından seçermiş. Bizim evi kuşatanlar da Amasyalı Tokatlı olmalıymış. Tesadüfen uyanıp dışarı çıkmakla, aile boyu infazdan kurtarmışız. Buna rağmen, Amasyalı olduğumuz için değil, istihbarat yanlış olduğu için, kefeni yırtmışız.

Yanlış istihbarat olur mu? Elbette olur, ama iki yanlış birden olmaz. Bir ev diyeceksin üç ev çıkacak, mesela Karslı diyeceksin Amasyalı olacak, istihbarattan geriye hiçbir doğru bilgi kalmayacak, işte bu olmaz. En salak sarhoş ayyaş uyurgezer istihbaratçı bile böyle bir yanlış yapmaz. Bu yanlışı yapabilecek biri olmalıydı. Aradım buldum.

1979 yazında Günay Karaca ve Haydar Yılmaz'la birlikte bizim eve bir kişi daha gelmişti. Tanışma sohbeti yaparken, Günay Karaca nereli olduğumuzu sordu. Babam "Amasyalı!.." olduğumuzu söyledi. Ama o inanmadı, "Doğuluya benziyorsunuz!.." dedi, bu bir. İkincisi, belirtilen adreste o tarihte bir gecekondu vardı. Aradan geçen 14 yıl boyunca belirtilen adreste değişim olabileceği bizim istihbaratçının aklına gelmemiş. Yani aslında istihbarat 1979'daki bilgilerle 1993'te yapıldığı için duvara toslamıştı.

Kenan Evren gelir gelmez "inşaat yapma yasağı" getirdi, ben bahçeyi duvar içine aldım. Turgut Özal da gelir gelmez "inşaat yapma yasağı" getirdi, ben kömürlük adı altında bahçe içine bir gecekondi daha yaptım. Daha sonra, bir gecekondu da kardeşim için yaptım. O yüzden, bir dediği yerde üç ev çıktı. Amasyalı olduğumuzu da söylemiştik, ama bizim uyanık sersem tavuk veya istihbaratçı inanmamış olacak ki böyle bir yanlış yaptı.

İbrahim Şahin'i üzerime Günay Karaca salmış olamaz, on yıl önce ölmüştü. Haydar Yılmaz yapmış olamaz, yapsaydı doğulu moğulu olduğumuzu iddia etmezdi. Geriye kaldı bir kişi, Günay'la Haydar'la birlikte gelen şahıs kim ise işte o yapmıştır. Veya o şahsın patronu yapmıştır.

O şahsın kim olduğunu ben bilmiyorum, Haydar Yılmaz biliyor. Benim bildiğim, polis ve savcı bu şahıs ile ilgili olarak bana hiçbir soru sormadı.

Şimdi soralım, Hasköy'de aile boyu yargısız infaz ve bir gün sonra Fatih'de bir eve baskın düzenlenmesi de beni aile boyu yoketmek isteyen akılsız fikirsiz istihbaratçının işi olabilir mi? Daha önemlisi, kafası dikişli devrimci bu istihbaratçı ile ilgili ilintili kanki paraki olabilir mi?

Haydar Yılmaz üçüncü kişinin kim olduğunu “unutmuş” olabilir. Ama ben gördüğüm şeyi unutmam. Seni de unutmadım Ali Fuat Çiler!.. Şimdi söyle bakayım, Yüksel Eriş’in arkadaşı olduğumu bildiğin halde, ölüm timlerini benim üzerime niçin gönderdin? Sen göndermediysen, kim gönderdi?

Ocak 1980'den bu yana hiçbir örgütün sempatizanı bile değildim, etliye sütlüye acıya tatlıya karışmazdım, eğrisi doğrusu bir yana kendi halinde bir öğretmendim, bana nasıl kıydın be hey vicdansız merhametsiz Ali Fuat Çiler. İnsanlığın zerresi kalmışsa sende, bu ayıp sana bin yıl yeter.

İşte böyle Yüksel Eriş, devrimcilik yan gelip yatma yeri değildir. "Yoldaş" bildiklerin yoldan çıktı. Vatanı milleti değilse bile, kendini kurtardı. Engin akıllıydı, akıl satıyor. Rıza yürekliydi, internet ortamında savaş yapıyor. Mihrac uyanıktı, malı marabayı götürüyor. Üçü de tüydü gitti ve gittiği yerde bülbül misali ötüyor. Ama dışarda ötmekle, içerde devrim olmuyor.

Yüksel'in diğer üç arkadaşıyla tartışmaya girmek gibi bir niyetim yok. Onları birbirine yakınlaştırmak veya çatıştırmak asla benim görevim olamaz. Ama onlarda olmayan bazı şeyler bende var, benim bilmediklerim de onlarda var. Onlar siyasetçi, ben değilim. Bu bakımdan onlarla bazı şeyleri paylaşabiliriz.

Paylaşıma, Yüksel'in ölümü ile ilgili bilgiden başlayabiliriz. Alfabetik sırayla soruyorum, Engin Erkiner ve Mihrac Ural ve Rıza Salman, Yüksel Eriş'in nasıl öldüğünü biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, benim size söylenecek sözüm yok. Biliyorsanız, bu bilgiyi benden niçin sakladınız? Saklamakla ne kazandınız? Arkadaşlık yoldaşlık insanlık bu davranışın neresinde? Yüksel'i toprağa bırakmanın acısını yaşayan bilir, annesi babası ablası kardeşi ve yeğenleri bilir, bir de ben bilirim. Öyle ise, bu bilgiyi bana vereceksiniz. Bilgi yetmez, hesap vereceksiniz.

Engin ve Rıza doğru bilgiyi bilmiyor olabilir. Yener Orkunoğlu bu bilgiyi Mihrac Ural'dan saklamış olamaz. Öyle ise, Mihrac bu bilgiyi niçin sakladı? Yüksel'in döşüne düşen iki damla gözyaşı, bana hesap sorma hakkı veriyor.

Mihrac Ural'ın kardeşi Mihriban "tanışmak" isteyince, Hüseyin Eriş bana geldi. Bilgilerimizi birleştirince tehlikeyi gördüm. Oyunu bozmak için, Boyama Kitabı 1-2-3-4'ü öne çıkarttım. Kitapçıkların içeriğini görünce beyninden vurulmuşa döneceklerini biliyordum. Elde mevcut 800 takım Boyama Kitabı'nı Hatay'da satmalarını istedim. Satamayacaklarını tahmin ediyordum. Tahminim doğru çıktı. Yani aramızda kitap almış satmış olma ilişkisi bile yoktur, olmadı olamaz. Mihrac otuz dört yılda bir işe yaramadı, bundan sonra hiç yaramaz.

Mihrac Ural blog tanıtım yazısında “Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelemizi sürdüreceğiz." demiş. Yüksel bu yazıyı görseydi, “Sen uçmuşsun!..” derdi.

Ama ben uçuk kaçık demeden, Yüksel'in üç yoldaşına birden soruyorum. Yüksel'den Ermeni Soykırımı diye bir söz duydunuz mu? İlker'de Mahir'de Ermeni Soykırımı diye bir şey var mı? Öyle ise, niçin yalan atıyorsunuz?

Engin Erkiner benim için, Rıza Salman'dan ve Mihrac Ural'dan farklı bir yerdedir. Rıza'yı ve Mihrac'ı hiç görmedim. Engin'le tam beş ay birlikte aynı hapisanede yattım. Bu bakımdan kendisini az çok tanırım. Aramızdaki görüş farklılığı ne olursa olsun, kendisiyle her şeyi konuşabileceğime inanırım. Yüksel Eriş'in örgütsel yaşamı ile ilgili anılarını yazarsa bu blog kendisine açıktır. Mihrac Ural ve Rıza Salman özeleştiri yapmış olsalar bile, bu blog onlara kapalıdır. Ama yazdıkları yaptıkları gözden kaçırılmayacaktır.

Sözün özü özeti: İki arkadaş birlikte bomba yapıyormuş. Elinde bomba patlayan ölmemiş, bomba yapana bakan ölmüş. İki eli bilekten kopan ölmemiş, ayak parmaklarından biri kopan ölmüş. Ölene bombacı demişler, kalanı görmezden gelmişler. Yüksel’in nasıl öldüğünü herkesten gizlemişler. Engin ve Rıza gerçeği bilmiyor olabilir. O yüzden Mihrac Ural’a soralım, Yüksel öldü mü, öldürüldü mü? Öldü ise, doğru bilgi sende vardır, nasıl öldüğünü niçin gizliyorsun? Öldürüldü ise, bu bilgi de sende vardır, gerçeği niçin açıklamıyorsun?

Son olarak, Yüksel’in saygınlığından yararlanmak gibi bir niyetim olamaz. Benim saygınlığım bana yeter. Örnek vermek gerekirse, aşağıdaki bir tek kuş çizimi bile, isteseydim beni dünya ölçeğinde ressam yapardı. Bu çizimi yapacak ressam, Türkiye’de Avrupa’da Amerika’da yok. Vardır diyen, palavra atmasın, alsın kalemi eline, çizsin çizebilirse. Bu çizimi yapmak için, yürek bilek bilinç yetmez, devrimci sanatçı kişilik az gelir. Ertan Saruhan’ı ve Yüksel Eriş’i de tanımak ve onlarla birlikte aynı derin duygusal coşkuyu yaşamış olmak da gerekir. Yani nereden bakarsan bak, 88x112 mm’lik kartona tükenmez kalemle çizilmiş bu Gönül Kuşu eşsiz bir sanat ürünüdür. Ama ben onu, sadece “soyut” kavramını anlatmak için değerlendirdim. "Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4" ortaya çıkınca, yalan bitti. Kapılar kapandı. Hainler hırsızlar arsızlar yüzsüzler ibneler orospular casuslar çakallar benden korkuyor. Bundan daha iyi saygınlık olur mu?



Cahit Çelik - Şimdi biz ne yapmış olduk?



Cahİt Çelİk - Hamsİ balığı akıllıdır, oltaya gelmez!..


Asıl miras yanlıştadır. Geçmişte yaşanmış olayı olguyu biçimi rengi çizgiyi gerçeği açığa çıkarmak yetmez. Onlar zaten bir yerde var. Acı gerçek birgün kendiliğinden açığa çıkar. Marifet, eğriden doğru çıkarabilmektir. Doğru olan, geçmişin olumlu ve olumsuz yanlarını özünü özetini içeriğini biçimini olduğu gibi görebilmektir. Aynı yanlışı bir daha yapmak istemiyorsan, yapılmış yanlıştan ders çıkaracaksın. Yaptığın yaşadığın her şeyi, olduğu gibi ortaya koyacaksın. Böyle yapmayanlar, Yüksel Eriş’in arkadaşı yoldaşı olamazdı.


Yüksel'le tanışmamızdan iki üç hafta sonra, 12 Mart'tan az önce, Fatsa'ya gittim. Terzi Fikri'den Ertan'ın yerini öğrendim. Ertan'ı Köy Derneği'nde buldum. Sobayı yakmıştı. Çayı demlemişti. Radyoyu açmıştı. Tek başınaydı. Beni görünce gülümsedi. "Hemen bir çay al!.." dedi. Çayı aldım. Sobanın yanında oturduk. Ertan başladı fotoğraf yırtmaya. Her fotoğrafa tek tek baktı. Yırttığı fotoğrafları sobada yaktı. Merak ettiğimi görünce, "Oligarşiyle vuruşacağız. Az vuracağız, çok kaçacağız. Kaçarken belge bilgi fotoğraf bırakmayacağız. Oligarşinin işini, her bakımdan zorlaştıracağız!.." dedi. Fotoğraf yırtma yakma işi bitince, geçtik masanın başına. Ertan masayı iki kenarından tuttu, "Masayı tek başına tutup kaldırmak, büyük eylemdir." dedi. Masayı bıraktı, masanın üzerindeki küllüğü tuttu kaldırdı, "Kafa kafaya vermiş üç kişi, şu küllüğü birlikte kaldırırsa, bu daha büyük bir eylemdir. Belirleyici olan, eylemin niceliği değil, niteliğidir!.." diye devam etti.


İktidara gelmek için veya iktidarda kalmak için yapılan herşey siyasettir. İktidara gelmek veya iktidarda kalmak, ancak başkalarıyla birlikte olur. Hiç kimse iktidara tek başına gelemez veya iktidarda tek başına kalamaz. Bu bakımdan, tek başına yapılmış hiçbir şey siyaset sayılmaz. Tek başına yapılan işler, eğri doğru yanlış olur, siyaset olmaz. İktidarı eleştirmek, iktidar mücadelesinin parçası değilse, hoşnutsuzluk belirtisi olmaktan öte anlam taşımaz. Öncüsü omurgası amacı yoksa, bağıran çağıran milyonların kimseye yararı zararı olmaz. Devrimciler, önce niteliğe bakar, niceliği öne çıkartmaz. Sayı ile kaliteyi birbirine karıştırmaz.


Daha kendisi bir grup olmadan grupçu tavır geliştirenler, iletişim etkileşim seçeneğini yok edenler, aymazlık bağnazlık yobazlık yarışına girdiler ve “ekonomizm” bataklığına battılar. “Ekonomizm” bir politik tavır alıştır. Ekonomik hareketin kendisini, politik hareket düzeyine çıkarma çabasıdır. Öncünün yapacağı işleri, artçının üzerine yıkmaktır. Öncü ile artçı arasındaki farkı ortadan kaldırmaktır. Bu fark yok edilirse, hiç kimse kimseye öncülük yapamaz. Örgütsel yapı pelteleşmekten kurtulamaz. Pelteleşmiş yapılar, ekonomik istemde bile bulunamaz. İşte o yüzden, Yüksel Eriş öğretmen mücadelesinin içinde, pelteleşmiş kuru kalabalık olmayı değil, dik durabilen doğru azlık olmayı seçti.


Devrim yapmak için kırk yıl önce yola çıkanlar, Öner Yağcı'nın deyişiyle "kayıp ve kahraman bir kuşak" yarattılar. Eksiği yanlışı niyeti yaptığı ne olursa olsun, devrim yolunda can verenler, özgürlük ve bağımsızlık için, umut ışığı oldular olacaklar. Kalanlar kaytardı demeye dilim varmıyor, kaytarmaktan daha beterini yaptılar. Onun bunun yabancının kedisi köpeği aslanı kaplanı koçu kuzusu atı eşşeği oldular. Kendi yoldaşlarını öldürdüler. Malı marabayı götürdüler. Eli kanlı hain hırsız arsız yüzsüz casus cici çocuklar için, bütün kapılar kendiliğinden açıldı. Yurdunu yurttaşını “soykırım” yapmakla suçlayan, yemlenmiş döllenmiş puştlar pezevenkler ibneler orospular zirgiller zibidiler hainler hırsızlar beyinsizler çıktı meydana. Bar bar bağırdılar, Amerikan Elçisi'nin kuyruğunda!..


Ailesi isyana karıştığı için, Siirt’ten Dinar’a sürgün edilmiş bir Kürt Gani vardı. Lokantacılık yapardı. Güleryüzlü sevimli incecik biriydi. Devrimciydi. Herkese yardım ederdi. Bana da çok yardım etti. Fırıncı Kemal’le birlikte Dinar’da Türkiye İşçi Partisi yöneticiliği yaptığını ve Arap olduğunu öğrendim. “Sana niçin Kürt Gani diyorlar?..” diye sordum. “Bu millet Kürtler’i seviyor. Beni de sevdiler. Sevdikleri için, Kürt Gani dediler, Arap Gani demediler!..” dedi. Şaşırdım kaldım.


İşte bu Kürt Gani’nin lokantasında, bazen akşamcılarla birlikte aynı masada, yemek yerdim. Yemek sırasında kendiliğinden bir sohbet ortamı oluşurdu. Akşamcılardan bir iki duble rakı ikram kabul ederdim. Sohbet sırasında, Dinar’la ilgili gelmiş geçmiş ve güncel bilgileri kaynağından öğrenirdim. Kürt Gani de bazen bu sohbetlere katılırdı ve “Dinar bu yörenin en güzel yeridir. İnsanı da suyu gibi temizdir. Dahasını bilmem, sosyalizm iyidir!..” diye açıklama yapardı.


Yüksel Eriş bir gelişinde beni Kürt Gani’nin lokantasında iki kişi ile birlikte rakı içerken gördü. İkinci gelişinde, yine aynı masada yemek yiyordum ve yanımda iki kişi daha vardı. Yüksel gözlerini rakı bardağına dikti, gülümsedi. Üçüncü gelişinde, yine aynı masada yemek yerken buldu beni, ama bu defa yanımda kimse yoktu. Yüksel daha oturur oturmaz, Kürt Gani hemen masayı donattı. İki bardak da rakı getirdi. Yüksel yine gülümsedi ve “Duble duble rakılar!..” diyerek iğneyi batırdı.


- “Varsın olsun, iki dubleden ne çıkar!..” dedim.

- “Alkolik olduğun çıkar!..” dedi.


Başkası olsaydı, “Kedi sirke içmez!..” derdim ve rakıyı ayran gibi içerdim. Kızdığımı anlamazsa, onun da rakısını aynı şekilde içerdim. Sarhoş oldum, ayyaş oldum, gel seni öpeyim, derdim. Öptükten sonra, “Bir daha yanıma gelme, haydi güle güle!..” deyip kapıyı gösterirdim. Yine de canım daraldı. Kürt Gani olayı hemen kavradı. Geldi bize katıldı. "Şarabın tanrısı var, rakının tanrısı yok!.." dedi. Yüksel'in hoşuna gitti. "Merhaba!.." dediler. Yüksel’in tanıdığı ilk Arap, işte bu Kürt Gani’dir.


Yüksel’le Kürt Gani muhabbeti ilerlettiler. Türk Kürt Arap farketmez, önce insan olacaksın, dediler. Türkiye’de Türk Kürt ayrışması olursa devrimciler için yenilgi kaçınılmazdır, diye noktayı koydular. Emperyalizmin “böl ve yönet” taktiğini anlamaya çalıştılar. Ben de tartışmaya katıldım, “Türk ve Kürt devrimciler ayrışırsa, Türklük Kürtlük yanımız öne çıkar, yanılgı yenilgi kaçınılmaz olur, dedim. Kabul ettiler. Böylece, görüş birliğine vardık.


Demek oluyor ki, Yüksel Eriş uyarı öneri eleştiri yaparken çalıyı dolanmazdı, söyleyeceğini doğrudan açıkça söylerdi. Yapmayacağı şeyler için kimseye söz vermezdi. Söz verdiyse, dakika geciktirmeden ne gerekliyse yapardı. Yalandan dolandan hoşlanmazdı. Yanlış yapan kim olursa olsun, kulağından kuyruğundan tutardı. Yanlış yapanı sokağa, yalan söyleyeni çöplüğe atardı. Hiç kimseye “nazikçe” veya “üstü örtülü” öneri yapmazdı. Yaptı diyenler, yalan söylüyor. Yüksel’in nazikçe veya üstü örtülü “Hatay Kurtuluş Ordusu” önerisi yaptığı iddiası, kuyruklu yalan olmaktan öte anlam taşımıyor.


Mihrac Ural “İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Ancak anladık ki Yüksel Yoldaş Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Bir ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu, Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir davasının olduğunu bilince çıkartmıştı.” diye yazmış. Yüksel “Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahip”miş ve bu konuyu “bilince çıkartmış”, ama “ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu” durumunda takılmış kalmış!..


İkinci söylem daha ilgi çekicidir. "Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi." [ Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması - 1986 ]


Apo'nun Yüksel’le ilgili olarak söylediği bu sözün peşindeydim. Engin Erkiner, Yüksel'in Apo'yla görüşmediğini yazdı. Apo'yla benim görüştüğüm kesinlik kazandı. Apo'nun Yüksel'le beni karıştırması, Fehmi Yılmaz'dan kaynaklanıyor olmalı. Yüksel'in Fehmi'yi evden attığını Apo bildiği için, Fehmi beni kısaca "Yüksel'in arkadaşı!.." diye tanıtmıştır. Zaman içinde "arkadaşı" unutulup Yüksel adı ortada kalmıştır. 1986’da Ankara’da yapılan tartışma gündeme geldiğinde, Mihrac “O konuşmayı Yüksel Eriş yaptı!..” demiştir ve böylece Yüksel adı ortaya çıkmıştır. Apo da buna göre bir değerlendirme yapmıştır.


Tartışma çayırda çimende parkta bahçede okulda yurtta değil, Apo'nun ve dört Apocu'nun birlikte kaldığı evde yapıldı. Fehmi'yle birlikte gittiğim için, evin bulunduğu yerle ilgilenmedim. Hatta yanımda gezdirdiğim bir delege öğretmen arkadaşım ve eşi vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, o kadar dağınık bir ev daha görmedim. Ama nereden bulduklarını bilmiyorum, o gece benim misafirler için temiz çarşaf çıkardılar. Misafirlerim uyuduktan sonra, Apo geldi. Apo ile birlikte ayrı bir odaya çekildik ve sabaha kadar tartıştık. Söylediğim önerdiğim her şeye karşı çıktı, ama karşı çıktığı şeyleri az sonra başka biçimde tekrar etti. Apo beni ikna etmek için çok istekliydi. O yüzden tartışmayı sohbete çevirdik. Tartışma sohbet biçiminde devam ettirdiği için, hele bir de beni kendi dişine göre bulduğu için, sabahı tez getirdik.


Zaten tek tek ne konuştuğumuzun hiçbir önemi yok. Önemli olan, konuşmaların nasıl algılandığıdır. O geceki tartışmanın özünü özetini, Apo açıkça ifade etmiştir. 2010 yılının yaz aylarında bu bilginin ortaya çıkması, bazıları için övünç veya utanç kaynağı olabilir. Ama benim için öyle değildir. Tartışma 1975’in yaz aylarında yapılmıştır ve o tarihte PKK adı bile ortada yoktur.


Apo'nun Yüksel Eriş diye hatırladığı kişi, benim. Söz konusu tartışmanın özünü özetini, "Şimdi biz ne yapmış olduk?" başlıklı yazının bir yerinde yazdım. Apo'nun bende "son derece enternasyonalist bir öz" gördüğü doğrudur. O tartışmada ben de Apo'da "nasyonalist öz" görmüştüm, bunun da doğru olduğu ortaya çıktı. Ayrıca belirtmek gerekirse, Apo benimle değil de Yüksel'le görüşmüş olsaydı, tartışma yarım saatte biterdi, ama diğer şeyler değişmezdi. Aynı "enternasyonalist öz"ü Yüksel'de daha net görebilirdi.


Başbaşa yaptığmız o tartışma Apo'yu çok etkilemiş ki, açıklama yapıyor. Apo'yu o ölçüde etkileyebilmek için, ANT okuyucusu olmak gerekirdi. ANT dergisinin ilk sayısından son sayısına kadar hepsini okudum. ANT dergisinin üç özelliği vardı. Birinci özellik, sosyalist devrimci olmasıydı. İkinci özellik, Kürt sorunu ile ilgili belgeye bilgiye dayalı yayın yapmasıydı. Üçüncü özellik, TİP'in kemiksiz yapısına karşı yayın yapmasıydı. İşte bu üç özelliğin izleri bugün bile bende yaşıyor. ANT dergisi yayın hayatından çekildiğinde, Yüksel piyasada yoktu. Eski dergileri okumuş özümsemiş olsa bile, bu yetmezdi. Benim gibi, 12 Mart'ta "Türkiye'de Kürt vardır!.." dediği için, dost defterine yazılmış olması gerekirdi. Ayrıca, Fehmi Yılmaz'ın da katkısı gerekirdi!..


Yüksel'in son beş saatini aydınlatmak, oldukça zor. Ama daha zor olan, "Yüksel öldü mü, öldürüldü mü?" sorusunu sormaktı. Ben bu zor soruyu sordum. Çitil çocukların en önemli özelliği soru sormaktır, soru sorarak dünyayı ve olayları kavramaktır. İnsanoğlu sorduğu sorunun yanıtını bulur.


Patlama gece yarısına doğru olmuş. Yüksel hastaneye yaralı götürülmüş. Beş saat sonra, sabaha karşı ölmüş. Başında bekleyen bir kız varmış. Yüksel'in öldüğünü anlar anlamaz kız ortadan kaybolmuş. Yüksel hastaneye götürülür götürülmez gerekli müdahale yaplmamış mı? Acil Servis yok muymuş? Şurada yatsın sabahleyin bakarız mı demişler? Güvenlikçiler ne yapmış? Soru çok, cevap yok. Benim tahminim, o telaş ortamında hastanede Yüksel'e öldürücü bir şey yapıldığıdır veya doktorların görevini yapmadığıdır. Belki yanılıyorum, ama içimde hep böyle bir kuşku var.


Patlama ile Yüksel'in ölümü arasında beş saat var. Bu beş saat içinde, Hastane'de ne olduğunu bilmiyorum. Yener'in suskunluğundan işin içinde iş olduğunu çıkarıyorum. Mihrac ile Yener arasındaki muhabbetin kaynağını araştırıyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Bulamayınca da kuşkulanıyorum, Mihrac'a yürü ya kulum diyenler, Yener'e sen sus çocuğum demiş olabilir mi? Yüksel'in ölmesi veya öldürülmesi, Mihrac'ın önündeki en önemli engeli ortadan kaldırmış olabilir mi?


Yüksel'in "Hatay Kurtuluş Ordusu" önerisi veya Mihrac'ın bu konudaki teklifi bu günlerde yeniden kafamı kurcalamaya başladı. Bu bir dizi film senaryosu olsaydı ve dizinin devamını benim yazmam istenseydi, yazacaklarım bellidir. TDAS'ı kimin yazdığı sorusundan başlayalım. TDAS'ı Yüksel'in yazdığı ve buradan Acilciler'in "esas lideri" belli olduğuna göre, Hatay'ın "ayrı varlık" olduğu konusunu gündeme getirmek için, yapılacak iş kendini göstermiştir. Yüksel'i yedeklemenin olanaksız olduğu daha ilk adımda ortaya çıkmıştır. Öyle ise, Yüksel Eriş özene bezene kurduğu ve ilmik ilmik dokuduğu örgütü, Mihrac Ural'a bırakmak için gereğini yapmalıdır. Mihrac'ın yolunu açmalıdır. Bu açılım iyilik yoluyla olmazsa başka yollar denenmelidir. Sızabildiğin kadar sızacaksın ve kazanmak için sürekli fırsat arayacaksın. Her türlü gelişmeye karşı hazırlıklı olacaksın. Hiç beklenmedik bir anda Yüksel oyun dışı kalırsa, kapıların "kendiliğinden" açılacağını akıldan çıkarmayacaksın. Bomba patladı, Yener'in iki eli birden koptu, Yüksel de bir parmaktan oldu, her taraf kan içinde. Yüksel hastaneye ulaştı, saat gece yarısından az önce. Hastane'de hemen ameliyat odasına alınmış ve gereği yapılmıştır. Böyle yapıldıysa, ameliyat ya başarılı olmamıştır, ya da ameliyattan sonra başarısızlık olmuştur. Yüksel ölene kadar başucunda sürekli ağlayan bir kız varmış. Yüksel ölür ölmez kız ortadan kaybolmuş. Bu kızın varlığına rağmen Yüksel kurtarılamamış. Beş saatin içinde Yüksel örgüt liderliğini bırakıp gitmiş ve Acilciler'in yeni lideri Mihrac Ural olmuş. Örgütü üç kişi kurmuştu. İlker öldü, Yüksel öldü, Engin kaldı. Engin'in de işi altı ay sonra bitirildi. Daha sonra, Acilciler örgütü dağıtıldı ve militanlar evcilleştirildi. Mutlu Son - Finito!..


Ben bu senaryoyu yazdıktan sonra, İrfan Dayıoğlu’nun da bir senaryo yazdığını öğrendim. Özünü özetini öne çıkarmak için, bazı ayrıntıları attım.


İrfan Dayıoğlu diyor ki, “Birinci senaryo şu olabilir: 26 Ocak 1976’da İlkerler öldürülür. Yüksel ve Ömür ölür. Rıza cezaevine düşer. Engin tek kalmıştır. Engin ile bir türlü ilişkiye geçilir, Hatay’a çağrılır, silah ve dinamit verilir ve buradan itibaren takibe alınır ve birkaç aylık bir takipten sonra 1977 Ağustos operasyonu ile örgüt büyük bir darbe alır ve bölgedeki tüm eylem kadroları ve yedek eylem kadroları yakalanır. Takipler fotoğraflandığı için Engin birçok şeyi ifadesinde kabul etmek zorunda kalır. Önce Türk basını Engin’in her şeyi bir bir açıkladığını ve örgütü ele verdiğini yazar, Hürriyet Milliyet Günaydın gazeteleri 'Devrimciler yalan söylemez dedi ve her şeyi bir bir açıkladı' diye başlık atar. Enginin ifadesinde açıklanan yeni bir şey yoktu, polisin önceden bildiği eylemlerin ve ilişkilerin kabullenilmesi vardı.


Ancak sen o dönemde, 'aslında bu ifadesiyle Engin liderimiz olmayı hak etmiyor ama, örgütün genel çıkarları için şu an susmamız gerekiyor' demekteydin. Bu ince propaganda ile sen aslında kendine yol açıyordun. Kimbilir belki de birileri başından beri senin için yolları temizliyordu. Gittiğin her bölgede, geçmişte Rıza ve Engin’e bağlı olarak tanıdığın hiçbir yoldaş ile ilişkiye girmedin. İstanbul Sorumlusu olarak A.Fuat’ı atamıştın, kendini de artık yavaş yavaş lider görüyordun. Engin’i Rıza’yı sorduğumuzda, görüşüldüğünü, aslında emirleri onlardan aldığını ima ediyordun.


İşte senin Genel Sekreter’lik koltuğuna oturmanın yolları böyle bir bir temizlendi ve bu senaryo seni hapishaneden kaçırıp Suriye’ye kadar götürdü. Engin Suriye’ye gelince, senaryoyu sürdürebilmek için onun oradan gitmesi gerekiyordu. Rahatsız edip Avrupa’ya çıkmasını sağladın. Ardından bir toplantı ile kendini Genel sekreter ilan ettin. Seni sekreter ilan edenlerin geçmişlerinde Acilcilik yoktur. Senin liderliğine itiraz eden Müntecep kaza(!) kurşunu ile öldü. Günay seni terk ederek ülkeye döndü. A.Fuat’ın eşi seninle kavga ederek Türkiye’ye döndü ve kısa sürede yakalandı. Kim sana tavır alırsa her dönem bir bir tasfiye edildiler. İşte senaryo bu, sen başından beri bu senaryoya göre örgüt içine girmiş bir sızmasın.”


http://www.enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=797:bir-senaryo-denemesi&catid=36:konuk-yazlar



( Senaryo yazımı yaparken, örgüt içi ticareti gözden kaçırmışız. Engin Erkiner düzeltme yazısı gönderdi. "Adam olacak çocuk örgüt içi ticaretten belli olur!.." dedi. "Mihrac Engin'i Antakya'ya çağırdı, dinamit ve silah verdi ve oradan da Engin takibe alındı diyorsun ya... Mihrac bana silah ve dinamit vermedi, sattı. Yaklaşık 70.000.- TL verdim. O yıllarda bu büyük paraydı. Dinamitler kısa süre önce, Antakya civarında bir depodan çalınmış. Mihrac benden aldığı bu parayla, denildiğine göre, bir yıl önce düğünü yapılan Mihriban'ın borçalarını ödemiş. Bunu o zaman bilmiyordum. Bilseydim, Mihrac Ural'ın kıçına öyle bir tekme vururdum ki, tekmenin sesini bütün Akdeniz duyardı!.." diye düzeltti. )



Bu iki senaryonun özünü özetini doğrulamak için olsa gerek, Mihrac Ural “178. Dosya”da “Dördüncü yalan, …” başlığı altında, Engin Erkiner “Örgütsel hiçbir bilgiye sahip değildi ve onunla bu sırlar paylaşılmazdı.” diye yazmış. Günay Karaca’yı da kendine suç ortağı yapmış.


http://mirural.blogspot.com/2010/08/178-dosya-engin-erkiner-ve-ibrahim.html


Günay Karaca’nın 12.12.1979 günü saat 18.00’da siyasi polise verdiği kişi benim. Günay Karaca’ya Selimiye'de dünyayı dar eden kişi benim. “Günay Karaca son nefesine kadar Mihrac’ın uzantısıydı!..” diyen kişi de benim. İşte bu yüzden, Günay ile ilgili söz söyleme hakkım var. Dahası, Günay’ı hain hırsız arsız yüzsüz katil casus pislik takımına karşı savunma görevim var. Eksiği yanlışı niyeti yaptığı ne olursa olsun, Günay bu toprağın çocuğudur ve öyle kalacaktır. Yurduna yurttaşına karşı casusluk yapan “ayrı varlık”ların suç ortağı olmadı, olmayacaktır. Bildiğimi gördüğümü gerçeği yazmak zorundayım. Günay öldü diye, gerçeği gizleyecek değiştirecek değilim.


Günay Karaca o kadar masum olmayabilir. Günay'ın söylediğine göre, 12.12.1979 günü saat 15.30 civarında telefonla "Kayseri'de operasyon başladı, Ayhan Yavuz’un çatışmada öldü, başınızın çaresine bakın!.." diye haber gelmiş. Bu bilgiyi Günay'a Ayhan Yavuz’’la birlikte çatışmaya katılan ve çatışma alanı dışına çıkmayı başaran Alim Turan vermiş. Haber kötü, ortada ölü ve yaralı var, operasyon İstanbul'a ulaşacak gibi gözüküyor. Buna rağmen Günay, önce banyo yapıyor, sonra kantinde kahve içiyor. O sırada, Günay'ı alacak ekip elemanları kantine geliyor ve tesadüfen Günay'a Günay'ı soruyor. Saklayacak atlatacak kaçacak değil ya, “Aradığınız kişi benim!..” diyor. Hep birlikte Günay'ın odasına çıkılıyor, dolap aranıyor. Dolapdan, elli sekiz bin lira para ve birçok belge bilgi çıkıyor. Gayrettepe'ye getirilir getirilmez, "Örgütün en büyüğü benim!.." diyor. Kayseri Bölge Sorumlusu olduğunu ve İstanbul'un sorumluluğunu Haydar Yılmaz'la paylaştığını söylüyor. Haydar'ı yakalatmak için, tanıdık bildik eş dost ziyareti yapıyor. İşte bu ziyaretlerin ilk durağı ben oluyorum.


12.12.1979 günü saat 18.00’de evime geldiğimde polis kuşatmasını ve polis aracının içinde başını öne eğmiş vaziyette Günay Karaca'yı görüyorum. İkinci durak, Hasan Yalçın'ın oto galerisi, galeriye karakol kuruyorlar. Bir eve daha baskın yapıyorlar, evin erkeği kaçmış kadın gözaltına alıyor. Haydar Yılmaz işte bu eve geldiğinde yakalanıyor. Haydar yakalandıktan sonra beni falaka ve elektrik muamelesine aldılar. Bende iş çıkmayınca Haydar’a tekme tokat saldırdılar. İşte o gecenin sabahında poliste yazılı ifade verirken Haydar’ı yanıma getirdiler. Haydar’ın burnunda iki tane parmak gibi tampon vardı. “Doğru ifade ver, yoksa bunu oyarız!..” dediler. Ben de bu zarf üzerine, “Bana ne, isterseniz gebertin!..” dedim.


Sorgu sonunda yazılı hale getirilen ifadenin imzalandığı tarih, İddianame'de Gözaltı Tarihi olarak yazılıyor. Böylece "imzadan öncesi kayıt dışı" kalıyor.


Ertesi gün, Selimiye’de tutuklandım ve Alemdağ’a götürüldüm. Alemdağ’da Günay’la karşılaştım ve olayı kavramaya çalıştım. Bir gece Alemdağ’da kaldık. İkinci gece Selimiye’de Engin Erkiner’le aynı koğuşta buluştuk. Yani operasyonun İstanbul bölümü Günay Karaca’nın yakalanmasıyla başladı. Günay’la aynı günde yakalandım ve tutuklandım. Gözaltında iken Haydar’ın sayesinde falakanın elektriğin tadına baktım. Haydar Yılmaz yakalandığında Günay Karaca, tutuklu değildi, benimle birlikte poliste gözaltındaydı.


Kayseri'deki on milyonluk ve İstanbul'daki üç milyonluk banka soygunu hesabını poliste verdi. Bu bilgiler bizim İddianame'de var. Var olmayan, daha doğrusu benim bilmediğim, soygundan elde edilen paraların değerlendirildiği şirketlerin durumudur. Günay Karaca'yı aklayıp paklayıp salıveren ve beraat ettiren mahkeme, bu şirketler kapsam dışındadır diye karar vermiş olabilir. Bu durumda, banka soygunlarından elde edilen paraların değerlendirildiği şirketler Günay'a kalmış olur. Mihrac'dan önce Günay malı götürmüş olur. Şimdi soralım, Mihrac böyle bir serveti Günay'a bırakır mı? Hemen oracıkta kafasına iki kurşun sıkmaz mı? Günay'ı Suriye'de öldürülmek başına bela olabilirdi. Öyle ise, "Sınırı geçer geçmez kafasına kurşunu sık!.." demez mi?


12.12.1979 günü akşamı beni sorguya alır almaz, Haydar Yılmaz’ı sordular, tanımadığımı söyledim. Gözlerimi açtılar, Günay Karaca’yı getirdiler, karşıma oturttular. Günay başladı ötmeye, “Her şey bitti. Ankara Kayseri elden gitti. Arkadaşların çoğu öldü. Herkes yakalandı. Yakalanmayan birkaç kişi kaldı. Haydar Yılmaz’ı tanıyorsun. Senin gecekondu evde birlikte yemek yedik, çay içtik. Haydar, örgütün İstanbul sorumlusu. Nerede olduğunu ben bilmem, sen bilirsin. Haydar’ın yerini söylersen, bu işten zarar görmezsin. Hemen işinin başına dönersin!..” dedi. Günay Karaca’yı tanımadım.


Sabahleyin beni bir daha sorguya aldılar. “Sabaha kadar düşünmüşsündür. Şimdi söyle bakalım, Haydar Yılmaz nerede?..” dediler. “Haydar Yılmaz diye birini tanımıyorum. Bilseydim söylerdim!..” dedim. Başka bir şey demedim. Günay Karaca’yı getirdiler. Adam bülbül gibi ötüyor. Evde yemek yediği günü saati, yediği yemeğin etsiz kurufasulye olduğunu, kaşığın biçimini söyledi. “Hepsi yalan!..” dedim. Günay çok kızdı. "O yalan, bu yalan. Duvarda Yüksel'in fotoğrafı var, bu da mı yalan!.." dedi. "İşte o doğru!.." dedim. Yüksel'in arkadaşı olduğumu söyledim. Sorgucular benimle dalga geçti. "Arkadaşı olsaydın cenazesine gelmezdin!.." dediler.


Akşam beni yeniden sorguya aldılar ve bir fotoğraf gösterdiler. “Peki bu şahısı tanıyor musun?..” diye sordular. Tanıyordum, tanıdığımı söyledim. “Bunun adı Kerem!..” der demez enseye bir tokat yedim. “Haydar Yılmaz, işte bu ibne!.. Sen bunu bilmiyor musun?..” dediler. O gece sabaha karşı beni bir daha sorguya aldılar. Haydar Yılmaz’la nasıl tanıştığımı sordular. Yaptığım anlatım, Haydar Yılmaz’la aramda bağ kurulmasına engel oldu.


Hergün iki üç defa sorguya alındım. Gün geçtikçe üzerimdeki baskı azaldı. Ama birgün “Bu defa gerçeği anlat!..” dediler. Aynı anlatımı tekrar ettim. Sorgu odasında yaptığım anlatımı dinleyen biri daha varmış. “Bir hikâye de sen anlat!..” dediler. Haydar Yılmaz başladı anlatmaya, “TÖB-DER’de iki sempatizan öğretmenimiz olduğunu öğrendim. Gittim bunlarla ilişki kurdum. Eylemleri üstlendiğimiz bildirilerden iki top bildiri verdim. Bu bildirileri dağıtmalarını istedim. Dağıttılar!..” dedi. Kabul etmedim.


Beni başka bir odaya aldılar. Falakaya yatırdılar. Vurdukça vurdular. Ben bağırdıkça, daha kuvvetli vurdular. Nice sonra, galiba yoruldular. Ayağımı bıraktılar. Bağırtım çağırtım bitti. Göz yaşlarım bitmedi. "Haydar’ın yaptığı anlatım baştan sona yalan!.." diye direttim. Falaka yeniden başladı. Ben bağırdıkça, onlar keyif aldı. Ne olduysa oldu, ayağımı bıraktılar. Falakayı çözdüler. “Nasılsın, iyi misin?..” dediler.


Ayağa kaldırdılar. Nohut gibi şeylerin üzerinde yürüttüler. Önce canım yandı. Sonra hoşuma gitti. Yürüdükçe ayağım canlandı. Uyuşması yanması acısı azaldı. Yürürken duvar diplerini de yokladım. İzleyicilerim dinleyicilerim vardı. Dumanaltı olmuşlardı. “Dur!..” dediler, durdum. Beni başka bir odaya götürdüler. Giysilerimi verdiler, giydim. Ayakkabılarımı verdiler, giyemedim. Aşağıda, ben ağladıkça hücre arkadaşım Dev-Yol’cu Süreyya Rıza Ardıç ağzıma bir şeyler tıkıştırdı.


- “Kerem’i yakalamışlar!..” dedim.

- “Belli oluyor!..” dedi.


Gece yarısına doğru, yeniden sorguya aldılar. Sorgu odasında gözlerimi açtılar. Haydar’ı getirdiler, gözleri bağlıydı. Arkadan bir ses, “TÖB-DER’deki bildiri dağıtma olayını anlat!..” dedi. Ezberlemiş gibi tekrar etti. Haydar’ı dışarı çıkardılar. Gözlerimi yeniden bağladılar. Elektrik vermeye başladılar. Çırpındım, elektrikten kurtuldum. Telleri bağladılar, bu defa kurtulamadım. Her defasında, ağaç kökleri gibi damar damar kollarım dirseklerimden kopuyor sandım. Elektrik verilirken, ağrı sızı acı korku iç içe geçiyor, çırpınıyorsun bağırıyorsun ağlıyorsun. Bağlı olsan da, kendini sağa sola öne arkaya atıyorsun. Kaçış kurtuluş yok, bu defa ayak parmaklarımdan bağladılar. Kilitlendim kaldım, "Yalan, yalan, yalan!..". Beş dakika ara verdiler. Haydar Yılmaz’ı getirdiler, “İkinci öğretmen kim?..” diye sordular.


- “Ali Yıldırım sorulsun!..” dedi. Haydar Yılmaz’ı götürdüler.

Sözü uzatmanın gereği yok, elektrik vermeye devam ettiler.


Daha sonra, Haydar’ı yeniden yanıma getirdiler. Bana “Şu bildiri dağıtma işini anlat!..” dediler. Başladım anlatmaya, “Ali Yıldırım ve ben, hiç kimsenin TÖB-DER’deki uzantısı değiliz. Başkasının yazdığı bildiriyi dağıtmadık, dağıtmayız. Eylemi kim yapmışsa, bildirisini de o dağıtsın!..” dedim.


Haydar olayı kavradı. “Bunlar oturuyordu, yanlarına bıraktım. Oturdukları yer karanlıktı, görmemiş olabilirler!..” der demez, tokadı yedi. “Az daha adamı bize öldürtecektin!.." dediler ve iyi bir meydan dayağı çektiler.


Beni sandalyeden, telleri elimden çözdüler. Giysilerimin olduğu odaya götürdüler. “Giyinebilirsin, ama ayakkabı çorap giyme!..” dediler. Öyle yaptım. Beni başka odaya götürdüler. Sabaha kadar, ıslak beton üzerinde beklettiler. Sabah olunca hücreye gönderdiler. Hücre arkadaşlarım sevindi. “Kefeni yırtmışsın!..” dediler. Helva ekmek süt verdiler.


Sabah olunca, duvarlara dolaplara çarparak, eğilerek düşerek sürünerek, sorguya götürüldüm. Gözlerimi açtılar. Haydar'ı getirdiler, gözleri bağlıydı. “Doğru ifade ver, yoksa bunu oyarız!..” dediler. Ben de bu söz üzerine, “İsterseniz gebertin!..” dedim. Bu bilgi çok önemlidir. Demek oluyor ki, Haydar Yılmaz yakalandığında, Günay Karaca tutuklanmamıştı.


2010 ilkbahar aylarında, Yüksel Eriş'in kardeşi Hüseyin'e yanaştılar. Hüseyin üzerinden bana ulaştılar. Hüseyin'le birlikte beni Hatay'a davet ettiler. Ben gitmedim. Tehlikeyi gördüğüm için, http://yukseleris.blogspot.com yayına girdi. Yüksel Eriş blogu yayına girince, Hüseyin Eriş “Şimdi biz ne yapmış olduk?..” yazısını okumuş ve beğenmiş. Ali Fuat Çiler'e söylediğim sözler ilgisini çekmiş. Benden ilk defa söz ettiğinde, Ali Fuat "Ha, o tepedeki öğretmen değil mi?.." diye sormuş. Hüseyin de bana sordu, "Daha önceden tanışıyor muydunuz?". Tanışmıyorduk. Böylece, Günay'la ve Haydar'la birlikte benim eve gelen üçüncü kişinin Ali Fuat Çiler olduğu kesinleşti. Mürüvvet hanıma hediyem olsun!..


Hüseyin Eriş ticaretle siyasetle edebiyatla sanatla ilgilenmez. Yüksel'in benden başka hiçbir arkadaşını yoldaşını tanımaz. Kendi geçim derdiyle ilgilenir. Bu son kriz dalgası Hüseyin'i de çok fena vurdu. Bir çıkış yolu ararken, Mihriban abla seçeneği ortaya çıktı. Mihriban’dan sonra, Mihrac muhabbete karıştı. Benim kitapçıklarla ilgilenmiş. Hatay’dakilere talimat vereceğini ve gerekenin yapılacağını söylemiş. Beni de davet ettiler. Kitap satmak için bile olsa, oraya gittiğimde bunun olumsuz sonuçları olabileceğini söyledim. Daveti Kabul etseydim, kitaplarım satılacaktı, ilgide ikramda kusur olmayacaktı, fotoğraflarım helâ duvarına asılacaktı, belki de Asi Irmağı’nda bir karış suda boğulacaktım, yazıklar olsun bana fırsatı kaçırdım!..


Benim "Boyama Kitabı 1-2-3-4", Köleciliğe Karşı Sanat Eğitimi Programı'dır. Ben resimle ilgilendiğim için Resim Programı oldu. İyi bir müzik öğretmeni bunu hemen Müzik Programı yapar. Programın püf noktası, sanat eğitimine tarih bilinci kazandırarak başlamaktır. Sınıf mücadelesi gözden kaçırılırsa, Sanat Tarihi diye bir şey olmaz. Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında, ekonomi edebiyat sanat siyaset güncellik güzellik gerçeklik olmaz.


Boyama Kitabı 1’de “Sonsöz, büyük kardeşler için!..” başlıklı bir yazı var. Türk adının anlamı ve Türkiye Tarihi’nin ana çizgileri ilk defa orada gerçek anlamıyla açıklanmıştır. Kölecilerin yazdığı yalancı tarih bilgilerini çöplüğe attım, kölenin gözüyle ve güncellenmiş bilgilerle yeni bir tarih yazdım. Keçiyolu gibi birşey oldu, varsın öyle olsun. Yeter ki, doğru yol olsun.


Anadolu'yu birleştiren bütünleştiren ilk devlet, Çorum'da Hattuş yöresinde kuruldu. Makedonya Kralı İskender, boyun eğmiş kralları sayarken, Amasya'da Pontos Krallığı kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu'na kuruluş yıllarında öncülük yapan iki savaşçı, Ali ve Bektaş, Amasyalı Baba İlyas'ın yoldaşlarıydı. Osmanlı'ya başkaldıran Celali isyancılar Tokatlıydı. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini Amasya'da attı. İşte bu yörenin yerli halkı, kendi adını verdi Anadolu'ya. Dört bin üç elli yüz yıl önceden, iki bin beş yüz yıl önceye kadar, en az bin yedi yüz yıl boyunca, Hatti Ülkesi adıyla anıldı Anadolu.


Hatti Ülkesi'nde üretim on beş bin yıl önce başladı. Toprağı eşeleyip ilk buğday tanesini eken kadın, ektiği tohumların yeşerdiğini görünce toprağın doğurganlığına inandı. Avcı toplayıcı kurnaz erkek, üretici olmayı başarmış kadını çok sevdi ve kadının kucağına yırtıcı hayvanları bıraktı. Toprak Ana'nın kucağında yırtıcılara bile yer vardı. Buğday üretimi yetmeyince, nohut mercimek üretimi başladı. Üretimin gücüne inanmış kadın ile avcı toplayıcı kurnaz erkeğin yolları ayrıldı. Kadın önce havlayan hayvanı evcilleştirdi, inek tavuk kaz ördek koyun keçi ardından geldi. Üretim süreci başlayınca insanın insanlığı ortaya çıktı. Avcılığın toplayıcılığın değeri azaldıkça, erkek öfkelendi ve derin derin düşünmeye başladı. Olayları olguları dünyayı anlamaya açıklamaya çalıştı. Din adamı olmayı başardı. Avcılık toplayıcılık birgün bitecek, kadın erkeğe egemen olacak, gibiydi!..


Beş bin yıl önce çömlekçi çarkı döner dönmez, köleci düzen ilişkilerini getirdi dayattı. Dört bin yıl önce demirci körüğü, demirden balta bıçak kama gibi kesici delici aletler yapılmasını sağladı. Elinde baltası bıçağı kaması olanlar, olmayanları zorla köle yaptı. Köle olmayı kabul etmeyenler de ateşe sarıldı, kölecileri cayır cayır yaktı. Korkaklar köleciler hainler dağlara uzaklara kaçtı. Dağlara kaçanlar, yaşamın dışında kaldı. Dağda yaşarsan, dağ adamı olursun, gecenin karanlığını aydınlatan ay tanrı Arma’ya inanırsın, inandığın tanrının adını alırsın. Arma’dan Armana’dan soy boy kavim kabile ırk çıkartırsan, dostu düşmanı ayıramazsın. Daha kötüsü, "Ermeni Soykırımı" edebiyatı yaparsın. Sen görmeyebilirsin ama, İsa’dan sonra din adamları gerçeği gördüler. Kölecilerin dünyasında hak hukuk adalet merhamet yoktu. Onlar da kaçıp dağlara gittiler, dağların doruğuna yerleştiler. Dağdakilerin bir bölümünü eğittiler. Arma’ya inanan dağ adamlarını, Ortodoks Hristiyan yaptılar. Dağdan düze inenler, Osmanlı bayrağına bağlı kaldılar. Ve birgün, İngiliz Fransız Rus sömürgecilerin özgürlük yalanlarına inanmış akılsızlar, müslüman Türkler’in ciğerine ihanet bıçağı gibi girdiler. Dünya Savaşı koşullarında ve ülke içinde sürgün edildiler. Ötesi yalan!..


Türk adı, soy boy kavim kabile ırk belirtmez. Türk adının başındaki T, ata sözcüğündeki t'dir, baba anlamına gelmektedir, tanrı babayı anlatmaktadır, tanrı baba kölecidir. Türk'ün T'si zalim zorba köleci demektir. Türk adındaki R, tanrı babanın büyüklüğünü, K sesi etki alanını belirtir. Türk ve Kürt adının anlamını kavrayabilmek için beş bin yıl önceye gitmek gerekir. Beş bin yıl önceye gitmezsek, dört bin yıl önce Anadolu'da kıyametin koptuğunu bilmezsek, dünyayı ve olayları kölenin gözüyle görmezsek, Kürt adının anlamını açıklayamayız. Kürtler adını yaşadıkları yerden, dağdan doruktan almıştır. Kürt olmak için, soy boy kavim kabile ırk birliği gerekmez.


Çitil adının anlamını araştırırken, ç sesinin küçülme eki olduğunu gördüm. Çingene adının başında da aynı sesi görünce uyandım. Türkçe sözcükler sonek alarak yeni anlamlar kazandığı halde, çitil sözcüğünün sonek ve önek alarak anlam kazanması kural dışıydı. İki küçültme ekinin arka arkaya gelmesi uygun olmazdı. Öyle ise, sözcüğün önek ve sonek alarak yeni anlam kazanması dikkat çekici olmalıydı. Ekrem Akurgal'ın "Hatticenin Hint-Avrupa ve Sami dillerinden tamamiyle değişik, kendine özgü bir dil olduğu saptanmıştır. Özellikle prefix, yani önek kullanan bir dildir. Örneğin çoğul eki, kelimenin başına geliyordu. Söz gelimi şapu tanrı demektir. Wa ön eki ile Waşapu tanrılar, anlamına geliyordu." sözü, (Hatti ve Hitit Uygarlıkları, s.2), düştü aklıma. Çitil sözcüğündeki ç sesinin başa gelmiş küçültme eki olduğunu görmek yeterli olmayabilirdi. Çingene adının başında küçültme eki olması da kimseyi ilgilendirmezdi. Bilge Umar'ın kesin anlam açıklaması yapmadığı Çağa sözcüğü göz kırptı. Çağa sözcüğünün başındaki ç sesi de küçültme ekidir. Çağa, ağa-cık demektir. Çağa sözcüğü söylenirken boğularak yutularak -ğa biçimine dönüştürülen sesin, ya biçiminde söyleyişe ulaşmak isteyen ge olduğu görülür. Bu ise, Toprak Ana'nın beslediği yerleşimciğin gölcüğün tepeciğin adı olabilir. Ama daha önemlisi, çağa çoluk söyleyişinde bile ç sesi, küçültme görevi yapıyor. Çingene adının başındaki ç sesi de küçültme eki olarak ortaya çıkıyor. Yani demek oluyor ki, çağa çoluk çatal çitil çete çingene sözcüklerinin başındaki ç sesi önek olmaktan öte anlam taşıyor. Çingeneler'in Anadolu çocuğu olduğunu gösteren kesin kanıt oluyor. Çingeneler dışardan gelmiş değilse, Türkler ve Kürtler dışardan gelmiş olabilir mi?


Türkiye gerçeğini görebilmek için, çağa çoluk çatal çitil çete çingene adının başındaki ç sesi, altın anahtardır, el feneridir, maymuncuk gibi bir şeydir. Köle ve köleci aynı dili konuşur, o bakımdan dil şu veya bu sınıfa ait değildir. Diller arasında sınıf savaşı olmaz. Ama her dilin kendi içinde sınıf savaşı vardır. Sınıflar sözcüklerle kavramlarla savaşır. Dış kapıyı bekleyen hayvana niçin it denilmiştir veya niçin it adının yerine bir de köpek adı konulmuştur?


Dört bin yıl önce Anadolu yakıldıktan yıkıldıktan ve köleciler bozguna uğratıldıktan sonra ortaya çıkan azcık akıllanmış kralcıklar, Kral'la Kraliçe'yi aynı yetkilerle donattılar ve Toprak Ana ile baba tanrı Atta'yı evlendirdiler. Toprak Ana ve baba tanrı Atta, birçok yerde aynı tapınağı paylaştı. Köleciler ordu kurmayı başarır başarmaz baba tanrı Atta gerçek yüzünü gösterdi ve Toprak Ana'yı tapınaktan dışarı attı. Kölecilerin egemen olduğu her yerde Toprak Ana aşağılandı dışlandı. Köleciliğe karşıt olanlar da kölecilerin tanrı babası Atta’yı aşağıladı dışladı. Atta’nın adı, dış kapıyı bekleyen hayvana verildi. Böylece, it adı ortaya çıktı. Üç bin yıl sonra, Amasya'da Baba İlyas kale burçlarına bayrak gibi asılınca, dış kapıyı bekleyen itler, Konya'da Selçuklu Sultanı Gıyas ed din Keyhusrev'in zalim zorba veziri Saadeddin Köpek'ten, köpek adını aldı.


Dört bin yıl önce Anadolu'da konuşulan dillerde, sıcaklık ve ateş anlamına gelen bir "ale" sözcüğü vardı. Daha ilginç olanı, Toprak Ana'ya inanmış insancıkların bir de Ale Bayramı vardı. Anlamsız amaçsız bayram olmazsa, yaz geldi sıcak bastı haydi bayram yapalım denilemezdi. Ama elinde baltası bıçağı kaması olan zalim zorba köleci takımını yaktık yıktık bozguna uğrattık diye bayram olurdu. Bu bakımdan, kölecileri yandaşlarıyla birlikte yakarak bozguna uğratanların bayram yapması kaçınılmazdı. Öyle ise, Ale Bayramı dört bin yıl önce doruk noktasına ulaşan toplumsal ayrışmanın çatışmanın armağanıdır. Doğaldır ki, bu ayrışma çatışma güncellenerek devam ediyor. Aleviliğin "Alicilik" olmadığı açığa çıkıyor. Bin yıllık kardeşlik güzellemesi yapanlar, asıl kardeşliği gözden kaçırıyor.


Yüksel'le aynen böyle yapardık, tartışa tartışa birbirimizi gözünü gönlünü açardık. İlk açıştan sonra tartışdığımız konuda aynı kavrayışa ulaşırdık. Sadece evlilik konusunda görüşbirliği sağlayamadık, Yüksel devrimciler evlenmesin diyordu, ben bunu kabul etmiyordum. Yüksel haklı imiş!..


Özetlersek: Yüksel Eriş devrimciydi. Türkçü Kürtçü Arapçı ırkçı ayırımcı yalancı dolancı değildi. Apo ile Yüksel görüşmedi, ben görüştüm. Yüksel bomba yaparken ölmedi, hastanede öldürüldü. Yener yapıyormuş, Yüksel bakıyormuş, ne olmuşsa olmuş, yapan ölmemiş, bakan ölmüş. Hain hırsız arsız yüzsüz casus katil pislikler, Yüksel’lin gölgesine sığınmak için, “Yüksel yoldaş” edebiyatı yapıyor. “Yüksel öldü mü, öldürüldü mü?..” diye sordum, Yüksel’den sonra “örgüt lideri” olduğunu söyleyen sersem tavuklar cevap veremiyor. Her şeyi biliyorlar, Yüksel'in niçin öldüğünü bilmiyorlar!..


Türk geleneğine göre, savaşta esir düşmüş düşman askeri misafir sayılır. Yaralanmış düşmana gerekli yardım yapılır. Yüksel'e de yardım yapılmıştır. Hastane bahçesinde kan vermek için bekleyen iki yüz kişi varken, Yüksel'in kan kaybından ölmesi sağlanmıştır. Yüksel öldüğü veya öldürüldüğü için, Mihrac'ın yolları açılmıştır. İşte o yüzden, "Yüksel Eriş öldü mü, öldürüldü mü?.." diye sordum, kırk beş gün oldu, "örgüt lideri" cevap veremiyor. "Yazı" dese olmuyor, "Tura" dese olmuyor, "Dik geldi!.." dese hiç olmuyor. Öyle ise, bir soru daha sorayım, Mihrac Ural'a yolları açan kimdir?..


Karadenizli devrimciler uyanıktır. Yüksel’in ölümü ile ilgili doğru bilgi mutlaka bir yerde vardır. Ama o bilgi aranmadığı için zulada duruyordur. Yüksel'in cenazesinin hastaneden kaçırıldığı ve polis marifetiyle alınıp yeniden hastaneye getirildiği bilgisi Yüksel'le birlikte gelmişti. Kaçıranların kim olduğunu bilmiyordum. Bu kaçırma olayını KSD'lilerin dayanışma için yaptığını Sadık Varer yazdı. Ertan Saruhan'ın Karadeniz'de izi tozu kalmışsa gerçek açığa çıkar. Yüksel’in niçin öldüğünü bilen biri gerçeği yazar!..



Cahit Çelik - Hamsi balığı akıllıdır, oltaya gelmez!..



Zeycan Karaca - Mİhrac Ural'a; sİz ne utanmaz ...

Mihrac Urala, siz ne utanmaz bir insansınız ki bir yanlışı düzeltmemi fırsat bilip bundan nemalanmaya çalışıyorsunuz.

Sizin ile ne benim ne de eşimin (Aleattin Özden) hiç bir ortak yanı kalmamışken üzerine atılıp bundan bizi kendinize yamamaya çalışıyorsunuz.

Ben gayet demokratik hakkımı kullanarak bir yanlışa itiraz etttim ve bu itirazım, sizin hiç bilmediğiniz demokratik bir biçimde, noktasına dahi dokunulmadan yayınlanmış.


Benim İrfan ve eşiyle ve hatta Engin sayfasının bir çok yazarı ile sizden daha çok ortak yanım var.


Bundan böyle hiç bir şekilde beni ve eşimi kendi ortamınıza çekmeye çalışmayın.


Ha hatırlatayım, Günay’ı öldürmek istemenizi küçük bir günlükten öğrendim. Ayrıca o günlükte daha neler var neler.


Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş, sen de , sağa sola dostum dostum diye yazılar yazıyorsun ama boşa uğraşma, herkes biliyor ki, senden olsa olsa ancak Raşit Dostum olur.


Zeycan Karaca - Mihrac Ural'a; siz ne utanmaz ...








Boyama Kitabı 1-2-3-4 >

Boyama Kitabı 1 >

Boyama Kitabı 2 >

Boyama Kitabı 3 >

Boyama Kitabı 4 >

İskender Şenol >

Yüksel Eriş >

Çitil Çocuk >

Cahit Çelik >


CAHİT ÇELİK ➔ GSM-Tel: +90 542 216 1357

taylancahitcelik@gmail.com

Ararsan beni cepten ara. Cevap yoksa, SMS yolla.

















© Bu blog içeriğinde yayımlanan yazılar ve çizimler telif hakları yasasıyla koruma altındadır.

Kaynak belirtmek ve canlı link vermek şartıyla kamu yararına kullanıma açıktır.

Copyright © Cahit Çelik, 2010. Basit teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.